2014 Sayı 23
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/13050
Browse
Browsing by Language "tr"
Now showing 1 - 7 of 7
- Results Per Page
- Sort Options
Item Aynaya nasıl bakmalı? El altındalık ve kimliğin ontolojik olanağı(Uludağ Üniversitesi, 2014) Camcı, CihanBu yazıda, kimlik konusuna felsefi açıdan bakmak için ideal sözcüğünü yeniden, özsel bir anlamda yorumlayabileceğimizi göstermeye çalışacağız. Bunun için, Heidegger’in varlığı el altındalık olarak yorumladığını, her ne ise o olarak varlığın kullandığımız şeylere yansıdığını, bu yansımasının, bu alete eşlik eden bu oluş olarak düşünülmesi gerektiğini, el altında kullandığımız aletlerin tümlüğünün ise, her bir aletin farklı oluşlarını aşan bir birliktelik olarak el altındalığın kendisini oluşturduğunu, varlığı yansıttığını göstermeye çalışacağız. Her bir aletin ancak aletsellik ilişkisindeki tümlük içinde anlamlı olması gibi, Dasein’ın kim olduğunun diğer insanlarla birlikteliğinin ontolojik yapısı içinde anlamlı olduğunu göstereceğiz. Varlığın, el altındaki aletlerin elverişsizliğinde hiçlik olarak yansıdığını, bu yansımada anımsanan bir olanak olduğunu, bu olanağın Derrida’nın deyimiyle farklılıkların kökeni olan farklılaşabilirliğin kendisi demek olduğunu öne süreceğiz.Item Dil-düşünce ve dünya ilişkisi bakımından öznellik, bireysellik ve kimlik(Uludağ Üniversitesi, 2014) Coşkun, SeyitDilin oluşturduğu bir anlam dünyası içine doğan kişi, yaşamının başlangıcından itibaren dilin dolayımından geçen bir Ben-Sen ilişkisini kurar ve bu temelde benliğini, kişiliğini ve kimliğini oluşturmaya başlar. Toplumsal ve kültürel bir olgu olan dilin dolayımından geçerek biçimlenen benlik, bir birey ve bir kişi olma durumunu kendinde barındırmaktadır. Bu, aynı zamanda sosyal ve kültürel ilişkilerin dilsel organizasyonu aracılığıyla biçimlenen öznelerarası bir benliği, kişiliği, bireyselliği ve kimliği ifade etmektedir. Felsefe tarihinde, genel olarak dil-düşünce ve dil-dünya ilişkisi çerçevesinde dile ilişkin iki temel bakış açısı söz konusudur. Bunlardan biri, dil ve düşünceyi özdeşleyen, dili yaratıcı bir etkinlik olarak gören anlayış; diğeri ise, dili, aklın bir ürünü, düşüncelerin iletilmesinin bir aracı ya da aleti olarak gören anlayış. Bu makalede, dilin düşünceyle ilişkisinde biçimlenen bir öznellik, bireysellik ve kimlik kavramları çerçevesinde, iki anlayışın uzlaştırılması olanağı üzerinde durulmaktadır.Item Esrâr-ı Cinâyât ve mantık: Türkçedeki ilk polisiye romanda yer alan bazı akıl yürütmeler üzerine(Uludağ Üniversitesi, 2014) Osman, FikretBu çalışmada, Türkçedeki ilk polisiye roman olan Ahmet Mithat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât adlı eserindeki mantıksal yapıyı inceledik. Bu doğrultuda ilk olarak, bu kitaptaki belirli akıl yürütmeleri ele aldık. Ardından da, bu akıl yürütmeleri belirtik hale getirdik ve sembolleştirip birer çıkarıma dönüştürdük. Bunun sonucunda Ahmet Mithat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât’ta kullandığı akıl yürütmelerin, belirgin hale getirildiklerinde, daha çok eksik öncüllü ya da eksik sonuçlu kıyaslar, delilli kıyaslar ve saçmaya indirgemeye dayalı kıyaslar türünden olduklarını tespit ettik.Item Heidegger’in fundamental ontolojisinde varlığın özdeşliği(Uludağ Üniversitesi, 2014) Kılıç, SinanBu çalışmada, Heidegger metafiziğinin özünü oluşturan fundamental ontolojideki varlık kavrayışı ve bu kavrayışın ardındaki düşünme yapısının özdeşlik ilkesiyle olan bağıntısı analiz edilecektir. Bu çalışmanın temel amacı Heidegger’in aşmaya çalıştığı Batı metafiziğinin ousia temelli varlık kavrayışı problemini, Heidegger’de varlık ve Dasein’ın özdeşliği argümanı ile değerlendirmektir. Heidegger fundamental ontoloji ile, varlığın tarihi olarak değerlendirdiği Batı metafizik geleneğinin unuttuğu veya terk ettiği varlık kavrayışını dekonstrüksiyona uğratarak, varlığın anlamını yeniden açığa çıkarmayı amaçlar. Bu kapsamda Heidegger Batı metafizik geleneğinde iki farklı varlık kavrayışının olduğunu ifade eder: Birincisi varlığı phusis ile “orada belirecek olan” olarak kavrayan Antik Greek düşünme yapısıyla oluşan varlık kavrayışı; ikincisi Antik Greek metafiziğinin “orada olan” varlık kavrayışından koparak, varlığı ousia ile “mevcut olana” dönüştüren varlık kavrayışı. Birinci geleneği Antik Greek düşünürleri içerisinde özellikle Heraklitos temsil ederken, ikinci geleneği Aristoteles temsil eder. Bu kapsamda Heidegger Batı metafizik tarihinde varlığın unutulmuşluğu problemini, Aristoteles’in varlık kavrayışıyla oluşan “kategorik” düşünme yapsıyla temellendirir. Bu düşünme yapısı, varlığı düşünme ile olan özdeşliğinden kopararak ousia ile bir “mevcut olana” ve düşünmeyi de onun temsiline dönüştürür. Heidegger’e göre phusis olan varlığın ousia ile düşünmeden koparılması, aynı zamanda varlığın unutulmuşluğunun da temelini oluşturur. Bu nedenle fundamental ontolojide, varlığın unutulmuşluğundan sorumlu olan düşünme yapısının tarihsel izleri dekonstrüksiyona uğratılarak, varlık Antik Greek düşünmesindeki temelleriyle yeniden açığa çıkarılır. Varlığın açığa çıkarılması ise fundamental ontolojinin temel problemi olan Dasein’ın analiziyle gerçekleştirilir. Çünkü Heidegger’de Dasein varlığı kategorik düşünmenin neden olduğu unutulmuşluğundan açığa çıkararak, ona “zamansal” anlamını verecek olandır. Varlığın kategorik ilkelerle düşünmeden koparılan anlamı, Dasein ve varlığın mülkiyetinin “hiçlik”, “zamansallık”, “dünyasallık”, “mekansallık”, “kaygı”, “başkası”, “dünya içinde varlık” vb. kavramlarla birbirine ait kılınmasıyla yeniden inşa edilir. Bu kavramlarla inşa edilen varlık kavrayışında varlık ve Dasein, düşünme ve dil ile birbirinin mülkiyetinde özdeş kılınır. Bu bağlamda çalışmada Dasein ve varlığın özdeşliğinin nasıl inşa edildiği kavramsal bağlantılarla analiz edilirken, aynı zamanda bu kavramsal bağlantıları oluşturan düşünme yapısının özdeşlik ilkesine olan bağlılığı da analiz edilecektir. Böylece Heidegger’in fundamental ontolojisinde Dasein ve varlığın özdeşliği ile varlığı veya daha temelde düşünmeyi yeniden inşa ettiği, fakat varlığın veya düşünmenin eksistensiyalitesine “zamansal” bir öz yükleyerek aynı geleneğin özdeşlik ilkesine bağlı kaldığı gösterilecektir.Item İmgelemden anlatıya tarihsel düşünmenin formları(Uludağ Üniversitesi, 2014) Büyüktuncay, MehmetTarihyazımında geçmişe ait eylem ve yaşantıların temsil edilme imkânı bu eylem ve olayların tarih yazarının zihninde aslına en yakın olarak canlandırılmasına bağlıdır. Bu durum ise tarih felsefesi için sorunlu bir konudur. Geçmişe ait olanın aslına özdeş ya da benzer biçimde zihinde yeniden canlandırılıp metinsel olarak temsil edilmesi durumunda tarihsel düşünmenin en kullanışlı araçları imgelem ve tarihsel anlatı formlarıdır. Tarihsel metinler bu araçlar dolayısıyla geçmişi yeniden canlandırma işlevini yerine getirirken birer yapıntı karakteri kazanmaktadır. Bu sayede de tarihsel düşünme üslup sorununa bağlanmış olur. Tarihsel düşünme ve tarihyazımının imge ve anlatıyı kullanma üslupları ise geçmişe bakarken epistemolojik olarak farklı açıklama olanaklarını beraberinde getirir. Aynı zamanda tarihsel imgelem ve anlatı tarihsel olguları bilgiye dönüştürmenin yanı sıra tarih yazarının kendi eyleminin üzerine düşünmesine de imkân tanırlar. Dolayısıyla tarihsel düşünmenin bu formları refleksiyonlu bir tarihsel düşünmeyi de mümkün kılar. Bu çalışma tarihsel düşünme formlarının yarattığı tarihsel açıklama biçimlerine R. G. Collingwood’un tarihsel imgelem kuramı, H. G. Gadamer’in tarihsel anlama ve tarihsel etkin bilinç çözümlemesi ile P. Ricoeur’ün anlatısal tarih yaklaşımı doğrultusunda eleştirel bir bakış getirmeyi amaçlamaktadır. Anlama ve yorumlamaya dayalı bir tarihsel düşünmeye önem veren bu üç filozofun birbirleriyle olan etkileşimleri tarihsel düşünme yetisinin ilişkilendiği kaynakları açığa çıkarmakla birlikte tarihsel bilince dair bir refleksiyon imkânı yaratmakla da tarih felsefesinde geçmişin yenidencanlandırılması konusuna geniş bir açılım sağlamıştır.Item Sinemada estetik modeller olarak biçimcilik ile duyumculuğun karşılaştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2014) Denizel, DenizSinemada estetik bir model olarak biçimciliğin görünümü, XX. yüzyılın başından beri süregelen bir sinematografik üslup olarak dikkat çekmektedir. Sinemanın içsel dinamikleriyle kendini gösteren sinematografik evrim, bir yandan sinematografik dilin gelişmesini sağlarken, bir yandan da tekniksel evrimi bir sonraki basamağına taşımasını sağlamıştır. Dinamizm, kamera oyunculuğu, sahne dövüşü ve ambiyans müziği gibi modellerle kendini geliştiren biçimcilik yeni bir sıfat olarak biçim estetiğine, biçimcilikten türeyen duyumculuksa, duyum estetiğine dönüşmektedir. Yeni bir sınıflandırma olarak aşkın ve içkin sinematografi modelleri ise biçimcilik ve duyumculuk modellerini tanımlamaya yönelik teknikler olarak kendilerini göstermektedirler. Aşkın sinematografi kamera hareketiyle yaratılan sinematografik estetiği, içkin sinematografiyse özsel olarak estetik olan objelerin sinematografik olarak saptanması ilkesini temsil eder. Biçimcilik temel sinema kuramları bağlamında gerek dinamizmle, gerekse kurguyla ardışıklık yaratmakla alakalıyken, biçim estetiği tekniksel evrim bağlamında kamera hareketi ve bağlantılı disiplinlerin oluşturduğu organik birlikle alakalıdır. Biçimcilikten türeyen duyumculuk ise dinamik yapı içerisindeki bir aksiyonun arasında vukuu bulan kısa süreli ve yönetmenin izleyicinin dikkatini çekmek istediği statik yapılarla gerçekleşir. Duyumculuk, sinematografinin içine gömülü fotografidir.Item Spinoza’da sonsuzluk sorunu ve praksis(Uludağ Üniversitesi, 2014) Türkmen, SevinçSpinoza’nın “sonsuzluğumuzu bilebiliriz ve hissedebiliriz” argümanı filozofun töz anlayışına dayanır. Bununla birlikte bu argüman Spinoza’nın praksis anlayışında bir adım daha ileri götürülerek “sonsuzluğu deneyimleyebilme” olanağına değin derinleştirilebilir. Bu olanağın ilkesi ise conatus olarak belirir. Sonsuzluk ile conatus, Spinoza’nın praksis kuramı açısından iki kurucu ilke olarak iş görmektedir. Sonsuzluğa ilişkin tartışma ontolojinin ve doğa felsefesinin ortak araştırma konusu olmuştur. Batı felsefesinde bu araştırmadaki genel eğilim maddenin yapısına ilişkin araştırma ile biçim kazanmıştır. Bu yazıda, sonsuzluk araştırmasında maddeye atfedilen niteliklerin ontolojik temellerine ilişkin bir soruşturmaya dayanılacak ve bu dayanaktan hareketle özgürlük ile zorunluluk arasındaki ilişkisinin sonsuzlukla bağıntısı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla sonsuzluk araştırmasının özgürlük, erdem ve praksis kavramları ile dolaysız bağıntısı ortaya konularak bunlar arasındaki bağıntının temel belirleyeninin ise bedenin ontolojisi olduğu görülebilir. Spinoza açısından bedenin ontolojik araştırmasında kritik kavram conatustur. Ancak insan açısından ele alındığında özgürlük ve erdem dolaysız biçimde akıl ile koşulludur. Spinoza, Batı felsefesindeki diğer rasyonalist eğilimlerin dışında bir rasyonalizm geliştirir ki bu rasyonalizm filozofun beden kuramıyla birlikte düşünülmelidir. Spinoza özgürlüğün metafiziğini beden araştırması üzerine inşa eder. Spinoza’nın ortaya koyduğu bu kuramsal ve kavramsal dönüşüm Batı felsefesindeki beden araştırmasının köklü bir eleştirisini temsil eder. Sonsuzluk araştırmasına içkin olarak ele alınan beden araştırması, duygu ve beden kuramı üzerine inşa edilmiş bir özgürlük anlayışı praksisin ontolojisi için oldukça güçlü bir temel teşkil eder. Felsefe tarihinde praksis araştırması ile sonsuzluk araştırması dolaysız biçimde ilişkili olarak incelenmiştir. Bu ilişkilendirmenin temel nedeni ise özgürlüğün ve etiğin sonsuzlukla kurulan ilişkisidir. Bunlar arasındaki ilişki tarzı ontolojik bir temellendirmeye ihtiyaç duyurur. Spinoza bu temellendirmeyi ontolojisinin kurucu kavramı olan conatus aracılığıyla gerçekleştirir. Spinoza’nın praksis ile sonsuzluk kuramının iki özgün yönü vardır: sonsuzluk bilinebilir ve sonsuzluk deneyimlenebilir. Spinoza bu olanağı ontolojik olarak tesis eder ve insan doğası araştırmasına dayandırır. Spinoza Batı Felsefesindeki genel eğilimin aksine bedene ilişkin bir araştırmayı öne çıkarır. Filozofa göre özgürlüğün ve sonsuzluğun deneyimlenebilmesi beden araştırması ile koşulludur.