2020 Cilt 19 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/13337
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 20 of 21
- Results Per Page
- Sort Options
Item Popper ve Heisenberg belirsizlik ilkesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Uçar, SemraKarl Raimund Popper, yirminci yüzyılın en önemli bilim felsefecilerinden biridir. Felsefede ‘eleştirel akılcılık’ dediği yaklaşımı, hem sosyal bilimler hem de doğa bilimlerinde oldukça etkili olmuştur. Popper’ın bu yaklaşımı, fizik felsefesinde de karşılık bulmuştur. O, fizik felsefesinde özellikle kuantum mekaniğinin temellerini sorgulayarak, modern kuantum fiziğinin yaratıcılarının başarılarını, bilim dehalarının şimdiye kadar gösterdiği başarıların en büyüğü olarak değerlendirmiştir. Yaklaşık 60 yıl boyunca kuantum fiziği konusundaki tartışmaların ön saflarında yer alarak, bir dizi seçkin fizikçi ile sert tartışmalara girmiştir. Felsefe ve fiziğin hızla birbirinden uzaklaştığı bir dönemde, onun felsefi ve yöntem bilimsel sorgulamaları fizik camiasında da dikkat çekmiştir. Böylelikle Popper, kuantum mekaniğinin anti- realist ve enstrümantalist Kopenhag yorumunun önde gelen muhaliflerinden biri olarak adından söz ettirmiştir. Kopenhag yorumunu çürütmek ve bilimsel gerçekçiliği doğrulamak amacıyla Popper, Heisenberg belirsizlik bağıntılarının yeniden yorumlanması gerektiğini savunmuştur. Bu çalışma, onun Kopenhag yorumuna karşı geliştirdiği eleştirel yaklaşımını, Heisenberg belirsizlik ilkesi üzerinden ortaya koymayı hedeflemektedir.Item Boş kavram: Gerçekliğin yitirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Kovanlıkaya, Aliye KarabükBu makalede kavramların anlam bakımından boşalması ile gerçeklik hissinin yitirilmesi arasında, terimleri Kant düşüncesi çerçevesinde ele alarak bağlantı kurmaya çalışacağız. Filozoflar, hatta yanıltıcı doğası nedeniyle hissetme yetisine hiç güvenmeyenler bile bu yetide göz ardı edemeyecekleri bir şey bulmuşlardır. Hisleri bilginin tek kaynağı olarak gören ampirist filozofları ayrı tutarsak, Kant’ın hissetmeye yönelik tutumunu, bir bilme yetisi olarak hissetmenin itibarını iade etme diye tarif etmek haddini aşan bir ifade olmayacaktır. Kant’a göre hissetme, düşünme yetisi kadar değerli ve kaynak teşkil edici bir bilme yetisidir. Bu makalede, hissetme yetisini vazgeçilmez kılan şeylerin, his ile ilgili tek şüphe götürmez şey olan her hissin tekliği ile genel olarak kabul edildiği gibi irademizden bağımsızlığı olduğunu tespit edeceğiz. Kant’a göre gerçekliğin ne olduğunu ve insan bilgisi bakımından nasıl sadece tezahürlere sınırlandığını açıkladıktan sonra, bir kavramın kapsamı (veya küresi) ile içeriği arasında yaptığı ayrımı ve içeriğin kapsam genişledikçe daralmasını değerlendireceğiz. Son olarak ise, bu ayrımdan hareketle ‘sanal gerçeklik’ olarak kullanıldığında gerçeklik kavramının boşaldığını, anlamını yitirdiğini öne süreceğiz.Item Hayatın anlamı ve din ilişkisine dair kanıksanmış bazı görüşlerin eleştirisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Özdoğan, MücahitBu çalışmada hayatın anlamı ve din ilişkisine dair literatürde sıkça karşılaşılan görüşler eleştirilerek insanın anlama dair bakış açısı daha kapsamlı ve gerçeğe yakın şekilde anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu amaçla ilk önce anlam ve hayatın anlamının ne olduğuna dair bir giriş yapılarak daha sonra dinlerin bakış açısı anlatılmıştır. İlerleyen bölümlerde anlam söz konusu olduğunda bugüne kadar üzerinde pek durulmayan hususlar açıklanmaya çalışılmıştır. Makalede ulaşılan sonuca göre özellikle teist dinlerin anlama dair fikirleri genel itibariyle hazırcıdır, kalıpsaldır ve yeterince rasyonel değildir. Din odaklı görüşlerin "Tanrı olmazsa anlam olmaz" tarzı yaklaşımları nesnel anlam-öznel anlam ayrımı ve kusursuz Tanrı anlayışının kendi dinlerinin Tanrı'sı olup olmadığı gibi hususlardan dolayı yeterince makul değildir.Item Yazı, metin, edebiyat: Jacques Derrida’da felsefe-edebiyat ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Gülay, Peyami SafaEdebiyat Jacques Derrida literatürünün her yerindedir. Fakat bu iddianın, Derrida’nın klasik edebiyat anlayışlarından farklı bir edebiyat fikrinden bahsetmesi gerçeğiyle birlikte ele alınması gerekir. Bu yeni Derridacı edebiyat fikrinin anlaşılmasının yolu, yine yeni anlamlarıyla Derridacı yazı ve metin dolayımlarından geçmelidir. Yazı, metin ve nihayet edebiyat hareketleri Derrida literatüründe klasik ontolojik varsayımların sorgulanmasını mümkün kılacak bir şekilde işlemektedirler. Bu güzergâh izlendiğinde hem Derrida’nın klasik metafiziğe yönelik eleştirileri görünür olacak hem de felsefe ve edebiyat özelinde disiplinler arası tartışmalar açısından ufuk açıcı bir sahaya ulaşma imkânı doğacaktır.Item Aesthetics of anaesthetics: Western postmodern attitude and Japanese Wabi-Sabi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Yurt, Engin; Başarır, Sıla BurcuIn Japanese aesthetics, there is a traditionally embraced concept named Wabi-sabi (侘寂) which cherishes -in a narrow sense- the beauty that springs from the imperfection or impermanence. At first sight, this understanding -when it is considered comparatively within traditional Western theories of aesthetics- does not find any concrete corresponding western element for itself (even though the theme of “the beauty in the flaw” is a wellknown idea in Western literature and philosophy), because of the dominant aesthetic values towards Greek ideals of perfection and symmetry’s beauty within modern Western art. But, especially with the negative approach towards the concept of symmetry in the beginning of modernism within architecture and positive opinions about the concept of Anaesthetics (or un-aesthetics) within postmodern understanding of art, there might be something in western aesthetical theories which can be read in a similarity with Wabi-sabi. Western aesthetical themes like “beauty in the asymmetry”, “aesthetic of the Anaesthetic one”, “aesthetic of decay”, “aesthetic of ruins” and “anaesthetically appealing” might have a possibility of a comparative reading with Wabi-sabi. Even though it is not explicitly expressed, some opinions in postmodern attitude might provide a philosophical ground for this comparative reading. With the help of some Japanese terms like Shibusa (渋さ), Kintsugi (金継ぎ), Mono no aware (物の哀れ), this paper aims to search and to explain resemblances, differences and interconnections (if there are any) between idea of wabi-sabi and some western postmodern theories of anaesthetics.Item Pierre Bourdieu’s theory of culture and the possibility of social change(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Akgün, RecepThis article critically analyzes Pierre Bourdieu’s ideas on the social change in the context of his sociology of culture. Around this analysis the study presents how Bourdieu places social change in his sociology of culture and shows his theoretical possibilities and limitations about the change within the social. Thus, it is claimed that Bourdieu’s sociology of culture inserts the agency into the cultural analysis to open a space for the change within the social through assigning an active role to the agents vis-a-vis objective social conditions and structures, however, his ideas on agency delimits the scope of change in the social. Correspondingly, the study sets forth the possibilities and limitations of theory of social change in Bourdieu’s sociology of culture critically by means of examining his general theoretical procedures and ideas on the social.Item Kurucu belirsizlik olarak Covid-19 ve iki egemenlik paradigması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Turowski, Mariusz; Günsoy, Funda; Uludağ Üniversitesi/Fen-Edebiyat Fakültesi/Felsefe Bölümü.; 0000-0001-8764-8368Bu makale, COVİD-19 pandemisi süresince dillendirilen bildiğimiz dünyanın hem ekonomik hem sosyal hem de politik açıdan sonunun geldiği, sistemik bir kriz içinde bulunduğumuz ya da eski ezberlerimizi bozacak ve bildik referansları unutturacak yepyeni bir dönemden geçtiğimiz söylemleri karşısında felsefenin görevi nedir sorusundan yola çıkıyor. Bu çerçevede, Covid-19 pandemisi boyunca bizzat politik yaşam egemenlik sorununun politik felsefenin en temel sorularından biri olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Egemenlik sorununun aynı zamanda politik yaşamın ontolojik temellerini tartışmaya açan bir soru olduğu iddiasından hareket eden bu yazı, Schmittyen ve Foucaultcu iki egemenlik paradigmasını karşılaştırmalı bir tarzda ele almakta ve onları birbirini karşılıklı olarak dışlayan teoriler olarak görmek yerine tamamlayıcı perspektifler olarak analiz etmeyi önermektedir. Şayet felsefe bugünün eleştirisi olarak mevcut olandaki özgürleştirici imkânlara işaret etmekle yükümlü ise, o halde, yaratım kavramına dayanan bir “iktidar ontolojisi”nin politikayı sadece üretim/imalat kategorisi içinde düşünmek zorunda olmadığını, aynı zamanda devlet gücünü, kararı, egemenliği ve politik düzeni haklar, özgürlükler, adalet gibi kavramlarla birlikte tanımlama imkânı sunduğunu göstermelidir. Bu çerçevede, bu makale, Schmittyen otoritaryan liberal ve monistik egemenlik anlayışına karşı çoğulluğu temele alan demokratik bir egemenlik teorisinin bizzat politik yaşama özgü bir deneyim olarak felsefi düşüncenin kavramsal hafızası içinde muhafaza edildiğine işaret etmektedir.Item Stoa felsefesinde alegorik yorum(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Molacı, MelikeHermeneutik tarihinde alegori ile düzanlam arasında daima mevcut olan çekişme, kutsal metinlerin yorumlanmasına ilişkin tartışmalardan çok önce, felsefenin doğumunun müjdelendiği zamanlarda ortaya çıkar. Kadim filozofların şiire ve şairlere olan tutumunda; bilgi türleri ile varlık kategorilerinin oluşturulmasında; ahlaki, toplumsal ve siyasi kaygıların gerisinde hep var olan bu çekişme, geleneksel felsefeye özgü ikiliklerden sadece biridir. Düzanlamın bazen diyalektik bazen de apodeiktik akıl yürütmelerle olan ortaklığına karşı sanatın yanı başında duran alegorik yorum, felsefe tarihi boyunca pek çok filozofun düşüncelerini aktarırken kullandığı bir araç olmuştur. Bu çalışmada alegorik yoruma felsefelerinde özel bir yer ayıran, alegorilere ve metaforlara olan yaklaşımlarıyla hermenuetik tarihinde önemli bir yer işgal eden Stoacılar ele alınmaktadır. Hem ait oldukları geleneği hem de kendi öğretilerini temellendirmek üzere mitosları nesne edinen ve onlarda içerilen muammalara rasyonel açıklamalar getiren Stoacıların alegorileri nasıl yorumladıkları ise Stoa felsefesinde alegorik yorumun işlevi ve kapsamı bağlamında değerlendirilmektedir. Böylece yorum tarihinde özel bir yere sahip olan Stoacılığın bu konumu nasıl edinmiş olabileceğine ve ardıllarına bıraktığı mirasın ne ölçüde korunduğuna dair bir sonuca varmak olanaklı olacaktır.Item Örtük felsefe: Eugene gendlin ve deneyimsel fenomenolojisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Aydın, AysunAmerikalı düşünür Eugene Gendlin Örtük Felsefe adı verilen ve Yeni Fenomenoloji olarak tanımlanan fenomenolojik yaklaşımı ile hem felsefe hem de psikoterapi alanlarında önemli bir yere sahiptir. Fenomenolojiyi temel alan bakış açısı ile psikoterapi alanı ve insanın bilme, öğrenme, algı ve düşünme süreçlerine dair farklı bir yaklaşım sunan Gendlin, bedenli deneyimi insanın tüm yaşam süreçlerinin temeline koyar ve bedenli deneyimden doğan bir anlam tanımı yapar. Buna göre, anlam hissedilen, yaşanan, kavramları ve dili önceleyen bir şeydir ve Gendlin bunu “hissedilen anlam” kavramı ile sunar. Hissedilen anlam aynı zamanda örtük anlamdır ve bedenli deneyimle başlayıp kavramlara ve dile giden yolda ortaya çıkar. Bu bağlamda felsefesi Deneyimsel Fenomenoloji olarak da tanımlanan Gendlin, anlamın ve dilin ortaya çıkışını düşünüm öncesi ve kavram öncesi süreçlere ve kavram öncesi deneyime dayandırır. Gendlin’in felsefesinin özgün yanı, bedensel bir deneyimi temel alan, bu deneyime içkin bir anlam, dil ve kültür kavramsallaştırması sunmasıdır. Gendlin, bir tarafta Amerikan pragmatizminin deneyim kavramsallaştırmasını diğer tarafta Kıta Avrupası fenomenolojisinin beden ve anlam kavramsallaştırmasını temel alarak bir bakıma bir sentez sunar. Bu bağlamda bu çalışmanın amacı, Gendlin’in hissedilen anlam, örtük anlam, bedensel hissedilen duyum, hissedilen deneyimleme ve dil kavramları bağlamında düşünürün Örtük Felsefesini değerlendirmek ve analiz etmektir.Item Felsefenin özünden felsefenin felsefesine: Dilthey’da bir dünya görüşü öğretisi olarak felsefe(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Esenyel, AdnanBir metafizik olarak gelişen geleneksel felsefenin özcü ve evrenselci yapısının, insanın bilinçli ve amaçlı dünya tecrübesini anlama noktasında tümüyle işlevsiz kaldığını düşünen Alman filozof Wilhelm Dilthey, insanın tarihsel ve kültürel tekilliğini verecek olan bir anlama yöntemi geliştirmek ister. Dilthey bu sebeple her şeyden önce geleneksel metafiziğin çıkmazını göstermek durumundadır. Ona göre geleneksel felsefenin, evrensel bir hakikate ulaşma ideali, tarihselliğin üstesinden gelinemez önceliği sebebiyle hayata geçirilemez bir proje olarak ortaya çıkar. Dahası Dilthey geleneksel felsefenin yalnızca tarihsel ve kültürel bağlama ait olan bir Dünya Görüşü meydana getirdiği görüşündedir. Eğer metafizik bu şekilde, yaşamı yalnızca bir yönüyle sunabilen bir Dünya Görüşü olarak ortaya çıkıyorsa o halde metafizik yönelim, insanın araştırılmak ve anlaşılmak durumunda olan tekil bir kültürel yaşantısına dönüşmektedir. İşte bu yolla felsefe Dilthey’ın kavrayışında bir metafelsefeye dönüşmektedir. Zira Dilthey geleneksel felsefeyi, incelenmesi gereken bir Dünya Görüşü olarak ileri sürerek aslında bir felsefenin felsefesini gerçekleştirmek ister. Bu çalışma Dilthey'ın geleneksel felsefe eleştirisini değerlendirmeyi ve onun tarafından ortaya konulan bir metafelsefenin olanağını incelemeyi amaçlamaktadır.Item The state as a janus-faced structure: Anti-paternalism and pastoral power(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Ünsalan, FehmiThe claim that “the good accompanies every political action” stands out as one of the basic claims of political philosophy. In this sense, every political action brings along the knowledge of the good, that is, the inclination towards the knowledge of the good life or the good society. It is possible to claim that there is a kind of a relationship directing the deeds of the individual as much as the validity of consideration of the government, in this context, the state as a way of domination in itself. In this study, starting from the relationship between paternal and pastoral powers, it will be attempted to show that the state has an invariable dual power structure. The relationship between the paternalist power technique with more state claims and the pastoral technique with less state claims will be tried to be laid on the evaluations of John Locke, Michel Foucault and Gerald Dworkin.Item Carnap’ın mantıksal doğruluk çözümlemesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Serin, İsmailBu çalışmada Rudolf Carnap’ın mantıksal doğruluk çözümlemesi ele alınmaktadır. Viyana Çevresi’nin önde gelen isimlerinden birisi olan Carnap’ın mantıksal doğruluk konusundaki görüşleri yirminci yüzyılın ilk yarısında etkin olan analitik felsefe geleneği içerisinde belli ağırlığa sahip olmuştur. Willard V. O. Quine’nın analitik-sentetik ayrımına getirdiği yıkıcı eleştirileri Carnap’ın görüşlerinin geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında arka plana atıldığını göstermektedir. Ancak, son yıllarda yapılan araştırmalarda Carnap’ın analitik önermeleri çözümlerken yaptığı tespitlerin geçmiştekinin aksine yeniden önemsendiğini anlıyoruz. Carnap’ın farklı mantıkların olabileceğini öne sürmesi ve bilimsel dilin üzerine düşünme çağrısı onun doğruluk çözümlemesinin günümüz felsefesi için hayati değerde olduğunu göstermektedir. Bu çalışma Carnap’ın mantıksal doğruluğa ilişkin çözümlemesinin günümüz analitik felsefesinde kilit bir rolü olduğunu savlamaktadır.Item Dine eleştirel yaklaşımlar bağlamında pozitivizmin serencamı(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Gökhan, Yasin; Bursa Uludağ Üniversitesi/İlahiyat Fakültesi.; 0000-0002-6289-0876Pozitivist paradigmaya göre metafizik inançlar temelsiz ve bilim dışıdır. Adeta peri masalından farksızdırlar. Ancak söz konusu peri masallarının dünyanın her tarafına serpiştirilmiş devasa büyüklükte sanat harikası tapınakları ve kütüphaneler dolusu yazılı külliyatları bulunmaktadır. Öyle ki eğer onları çekip almak mümkün olsa dünyadan, yeryüzünde insanlık namına şaheser kalmazdı dense abartı olmayacaktır. Ancak ne kadar ihtişamlı olursa olsunlar anlamlarını kaybetmişlerdir. Bütün bir insanlık tarihi koca bir yanılsamadan, kalıntıları da adeta “tanrıların türbeleri”nden ibarettir artık. Devasa fiziki yapılardan daha tehlike olan ise zihinlerde kalan devasa metafizik yapılardır ki, ivedilikle yıkılmaları ve yerine rasyonel yapıların inşası gerekmektedir. Bu çalışma, Aydınlanma paralelinde gelişen pozitivist rasyonalitenin serencamını ve pozitivizm gemisinin genel bir güzergahını, panoramik bir perspektifle ortaya koymayı amaçlamaktadır.Item Sayıların onto-epistemolojik statüsü: In re ve ante rem yapısalcılık yerine in constructio önerisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Birgül, Osman GaziBu çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, yapısalcılığın fraksiyonlara ayrılmasına dair kısa bir tarihsel giriş sunulmaktadır. İkinci bölümde, in re ve ante rem olarak bilinen yapısalcılık fraksiyonlarının sayıların ontoepistemolojik statüsüne dair argümanları güçlü ve zayıf yönleri ile birlikte ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde ise bu iki yapısalcılık fraksiyonuna Cantor’un diyagonal argümanı örneği üzerinden itiraz edilmekte ve sayıların ontoepistemolojik statüsünün çağdaş epistemoloji ışığında ele alınması halinde bu iki fraksiyonda gözlemlenen realizm kaynaklı problemleri dışarıda bırakabilecek bir in constructio yaklaşım önerilmektedir.Item Kayıp göndergeler ve dişil eşitsizlikler: Etin cinsel politikasını düşünmek(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Esenyel, Zeynep ZaferCinsiyetçilik ile türcülük arasında paralellik kuran bu çalışma, cinsiyet eşitsizliği sorununa kadına bakışın dişi hayvana bakışla belirlendiği tespiti üzerinden yaklaşmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda ataerkil kültürde dişi hayvanın ve kadının kayıp bir göndergeye dönüştürülerek cinsel bir politikaya alet olduğuna dikkat çekilmekte ve kadın özgürleşmesinin hayvan problemi aydınlatılmadan gerçekleştirilemeyeceği iddia edilmektedir. Hayvan etinin beslenme alışkanlıklarındaki yerinin ve gerekliliğinin sorgulanması kadın-erkek eşitsizliğinde önemli sonuçlara ulaşmamızı sağlamakta ve kayıp göndergenin dilsel pratiklerde ortaya çıkış sürecini gözler önüne sermektedir. Görülen odur ki ataerkil bakış sadece kadının değil, ondan çok daha öncesinde dişi hayvanın da nesneleştirilmesinden sorumludur. Dahası cinsiyetçiliğin kendisi zaten tam da bu türcü bakış açısının sonuçlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle etik bir talep olarak cinsiyet eşitliğinin, insan dışı hayvanları da kapsayacak bir biçimde tüm canlıların çıkarlarını hesaba katan bir ilkeye ihtiyacı vardır. Zira bu, kültürel miras ve cinsel kimliklerden arınmayı, dilde ve düşünmede yepyeni bir yönelim kazanmayı ve etik alanı insan dışı hayvanlara da açmayı gerektirir.Item The leviathan becoming a cephalophore: Primogeniture and the transition from sovereignty to governmentality(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Griffith, JamesFor Foucault, Hobbes is important for the transition from sovereignty to governmentality, but he does not always go into great detail how. In “Society Must Be Defended”, Hobbes’s reactions against the political historicism of his time lead him to an ahistorical foundation to the state. In Security, Territory, Population, his contract is emblematic of the art of government still caught in the logic of sovereignty. Management techniques, one of which being inheritance laws like primogeniture, inducing changes in a population’s milieu so that its interest is properly directed allow the art of government to escape this logic. Hobbes supports primogeniture, but its historical position in the common law makes this support unexpected. This article examines the historical context of primogeniture and the reasoning for Hobbes’s support of it in light of Foucault’s claims about him in order to give more precision to those claims. The result is that primogeniture as a law of nature produces the family as an interested unit of the population. Yet this interest is itself historicized, so Hobbes’s attempt to de-historicize politics did not fully succeed.Item Tinin devinirken kendini kavradığı sahne: Hegel’in düşüncesinde usla aklanan tarihsel süreç(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Çağlıyan, Çağdaş EmrahTarihte ve yaşamakta olduğumuz çağda tanık olduğumuz olayları değerlendirirken nasıl bir tutum takınmamız gerekir? Bu olaylar genellikle pek çok haksız yıkım eylemiyle örülü görünüyorsa, onlara yas tutmak mı daha makuldür, yoksa onların ardındaki ilkeyi açığa çıkarmak mı? Yas tutma eylemi, bu olayların usdışı ve böylece rastlantısal olarak kabul edildiğini gösterir. Bu olayların ardında bir ilke varsayıldığında ise, onların tüm gelişim sürecindeki zorunluluğu tanımamız gerekir. Savrulacağımız iki ucun birinde, eleştirel bir tutum takınmış olsak bile, başka türlü de gerçekleşebileceğini düşündüğümüz olayları tikel yanıyla değerlendirerek, yararı olmayan sözleri yinelemenin ötesine geçemeyiz. Diğerinde ise, tarihsel süreci tümel yanıyla kavrama çabamız, sonunda tüm bu süreçte yaşanan haksızlıkları meşrulaştırmakla suçlanmaya açık hale gelecektir. Peki bu suçlama, yerinde midir? Bu nasıl bir ilke olmalıdır ki, hem somut gerçeklikle örtüşsün hem de insanın üzerindeki boyunduruğu sürekli daha güçsüz kılmasının önünü açsın? Hegel, tarih kavrayışında böyle bir ilkeyi belirleyebilmek için, Özne olarak Tin düşüncesine başvurur. Buna göre, özne olarak Tin’in amacı, kendi kavrayışına erişmek ve kendini özgürleştirmektir. Bu amacı ise, Tin’in somut olarak ortaya koyduklarında görürüz. Tin’in bir özne olması ise, onun sonlu-sınırlı bir varlığa sahip olmasını gerektirir ki, bu sınıra ulaşma uğraşına girsin. Sınıra ulaşıldığında ise, tekil özne yerini ardılına devreder, tümel ilke bundan böyle ardıl tarafından taşınır. Bu doğrultuda, yaşadığımız evrende karşılaştığımız sonlu belirlenimler, kendilerinde sonsuztümel bir ilkeyi de taşır ve bu yönleriyle değer kazanır; dolayısıyla sonsuz olan, sonlu olandan ayrı değildir; onlar aracılığıyla kavranır. Tarihe baktığımızda ise, Tin’in kendini serimlediği birey, halk tinidir. Halklar, varolma mücadelesi verirken, içsel idealini her şeyin önünde tutar ve tümel ilkeye sahiptir; mücadele sonlanıp rahata erildiğinde ise, gevşeme ve dağılma dönemi başgösterir ve tümel ilke başka bir halk tarafından taşınmaya başlanır. Dolayısıyla, bu kavrayış, aynı egemenlerin süreğenliğini koruduğu bir düzene müsaade etmez. Çalışmamızda Hegel’in düşüncesini bu bağlamda irdelerken, onun gerçekçi tutumunun umutsuzluğa karşı halen bir panzehir işlevi gördüğünü söyleyebiliriz. Çünkü çağımızda da sıklıkla gördüğümüz üzere, haksızlıklara ağıt yakarken, yaşanan somut durumun arkasındaki ilkeyi görmezden gelmek ve aklı hiçe saymak yalnızca karamsarlığı pekiştirir ki; karamsarlık insanı uğradığı haksızlık karşısında daha da edilginleştirir. İşte Hegel’in düşüncesi, bizim somut gerçeklikle yüzleşmemizi zorunlu hale getirir. Bu yüzleşme ise, Tin’in ve dolayısıyla insanlığın kendi özgürlüğüne ilerleyişinin bir uğrağı olması bakımından, haklı bir savaşıma da temel sağlar.Item Zhuangzi’nın “varlığın birliği kuramı”nda eşitlik ilkesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Chiang, Gonca ÜnalMÖ.6.yy’da Çin düşünce tarihinde metafizik bilimini kullanarak evren ve varlığa dair sistematik fikirler ortaya koyan ilk ekol; Laozi’nın kurucusu olduğu Dao Düşünce Ekolü’dür. Ekolün Laozi’dan sonra gelen en önemli temsilcisi Zhuangzi ise daha çok insan ve varlığın özüne dair yapmış olduğu tartışmalarla ön plana çıkmaktadır. Düşüncelerini anekdotlar aracılığıyla aktaran Zhuangzi, kendi adıyla anılan “Zhuangzi” klasiğinde, “varlığın birliği” anlayışını ortaya koyan anlatılara yer vermektedir. Anlatılardan ilki; rüyasında kendini bir kelebek olarak gören Zhuang Zhou’nun içine düştüğü: “Zhuang Zhou mu rüyasında bir kelebek olmuştur, yoksa bir kelebek şu an rüyasında Zhuang Zhou olduğunu mu görmektedir?” çelişkisine dikkat çekmektedir. Zhuangzi düşüncesine göre; evrende tüm varlıklar farklı formlara sahip olmakla birlikte, tek bir düzene bağlı ve aynı varlıksal ilkelere tâbidirler. Evren ve varlığın var edicisi Dao, tüm varlıkları eşit şartlarda ve aynı öz’den meydana getirmiştir. Varlığın sahip olduğu bu eşitlik; zaman ve mekân boyutunda farklılık gösteren maddesel formların ötesindedir, bu sebeple farklılıklardan etkilenmez ve değişmez. Bu bağlamda; Zhuangzi anlatısında geçen “Zhuang Zhou ve kelebek”, zaman ve mekânda biçimsel farklara sahip olmakla birlikte, yaratılışlarının özünde birbirinden farklı düşünülemeyecek varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Zhuangzi’nın ontolojik zeminde düşünsel olarak ortaya koyduğu varlığın birliği ilkesinin temelde Çin tarihinde ilkel dönem ve yazılı uygarlık dönemi arasında geçiş olarak kabul edilen Beş Hükümdar Döneminin toplumsal ve siyasi yapısını yansıttığı görülebilmektedir. Tam bir birlik ve eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş olan bu yapı, aynı zamanda varlığın birliği teorisinin uygulanmaya konulduğu ideal toplum örneğini oluşturmaktadır.Item Benedetto Croce’nin felsefesinde sezgi-ifade özdeşliği bakımından sanatın konumu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Kılıç, Yavuz; Sayın, BurakBenedetto Croce’ye göre sezgi, tüm bilme tecrübemizin temelini oluşturması bakımından en önemli bilgi formudur. Hakiki sezgiyi; yani Tinsel olguyu daha alt seviyede bulunan pasiflikten veya başka bir deyişle Tin’den yoksun salt doğallıktan ayırt etmemizi sağlayan kesin dayanak, sezginin ifadeyle özdeş olmasıdır. Croce’nin felsefesine, estetik ve bilgi problemi bakımından özgün karakterini veren bu özdeşlik aynı zamanda bazı problemlere de yol açar. Croce her hakiki sezginin ifade edilmiş olmak şartıyla gerçek olduğunu, dolayısıyla sezgi ile ifadenin birbirinden ayrılamaz olduğunu ileri sürerken hem tek tek bireysel şeylerin hem zihnimizdeki imgelerin hem de ifadenin en mükemmel formu olması bakımından sanat eserinin de sezgi olduğunu belirtir. Ancak sezgi ve ifade özdeş, yani birbirinden ayrılamaz ise ifade edilebilir olması ve bilgi değeri bakımından bireysel bir olgu ile bir sanat eserinde ortaya çıkmış mükemmel bir ifade arasında nasıl bir fark gözetmemiz gerektiği, üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bu makalede Croce’nin sezgi ve ifade kavramları söz konusu problem ekseninde ele alınarak, sanat eserinin neden diğer sezgi türleriyle aynı cinsten olmadığı ortaya konulacaktır.Item Nietzsche’de karakterin üslubu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-15) Eksen, KeremFriedrich Nietzsche Şen Bilim kitabının en iyi bilinen pasajlarından birinde, “karaktere üslup kazandırılması” önerisini gündeme getirmiş, böylelikle sanat düşüncesinin önemli bir kavramına etik değerlendirme bağlamında işlev kazandırılmasının yerinde olacağını ima etmiştir. Bu makalede öncelikle Nietzsche’nin bu önerisinin anlamı ve açılımları ele alınacak, bu amaçla düşünürün sanatsal yaratım sürecinin doğasına odaklandığı çeşitli pasajlar yorumlanarak etik ve estetik değerler arasındaki geçişkenliğin nasıl anlaşılabileceği araştırılacaktır. Bu araştırma bağlamında, Nietzsche’nin fikirlerinden esinle, belli bir çokluğa birlik kazandırmanın üslupsal olan ve olmayan tarzları arasında bir ayrım önerilecektir. Üslup çalışmasının kendine has işleyişini tarif edebilmek amacıyla, Nietzsche’nin üslup anlayışında merkezi konuma sahip olan “tek beğeni” fikri üzerinde durulacaktır. Takip eden tartışmada, nasıl olup da (1) bir üslubu oluşturan “binlerce yasa”nın tek bir beğeni ortaya çıkarmasının mümkün olabileceği ve (2) sanatsal yaratım sürecindeki özgürlük duygusunun bir zorunluluk duygusuyla örtüşür hale gelebileceği tartışılacaktır. Makalenin son kısmında, üslup kavramının normatif ahlak alanında merkezi öneme sahip olan “etik kıstas” meselesine nasıl bir açılım getirdiği ele alınacaktır. Burada, ilk bakışta sanılabileceğinin aksine, üslup fikrinin keyfilik ve görecilik sonuçlarına yol açmadığı savunulacaktır.