2019 Cilt 17 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/9546
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 12 of 12
- Results Per Page
- Sort Options
Item Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan ergenlerde bağlanma özellikleri ve ebeveyn tutumları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Uzun, Mehmet Erdem; Uçar, Halit Necmi; Vural, Ayşe Pınar; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi.GİRİŞ ve AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan çocuk ve ergenler dürtü kontrolü, kendini sakinleştirme ve inhibisyon ile ilgili problemleri içeren öz-düzenleme eksikliklerinden dolayı yetişkinlerle özellikle de kendi aileleriyle problemler yaşamaktadırlar. Ayrıca ebeveyn tutumlarındaki sorunların, DEHB bulgularının şiddetini artırmada önemli rol oynadığı bildirilmektedir. Bu iki durumdan dolayı DEHB olan ergenlerin bağlanma örüntüleri ve ebeveynlik tutumları arasında bir ilişki olabileceğini düşündük. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya DEHB tanısı koyulan 59 ergen ile herhangi bir psikopatoloji saptanmayan 66 kontrol katılmıştır. Katılımcılara sosyodemografik veri formu ve İlişki Ölçekleri Anketi, ebeveynlerine ise Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutum Ölçeği uygulanmıştır. BULGULAR: DEHB ve kontrol grubu arasında bağlanma stilleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmemiştir. DEHB olan ergenlerin ebeveynlerinin istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde daha çok ev kadınlığını reddetme, daha çok karı-koca geçimsizliği yaşadığı ve daha fazla baskı-disiplin uyguladığı değerlendirilmiştir. DEHB’li ergenlerde ebeveyn tutumu olarak baskı ve disiplin ile kayıtsız bağlanma arasında pozitif yönlü bir ilişki bulunmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, nörogelişimsel bir bozukluk olan DEHB takibinde bağlanma özelliklerini ve ebeveyn tutumlarını değerlendirmenin bütüncül bir yaklaşım olarak gerekli olabileceğini düşündürmüştür.Item Orta Karadeniz Bölgesindeki çocuklarda helikobakter pilori enfeksiyonu sıklığı ve demir eksikliği anemisi ile ilişkisi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Semirgin, Sibel UçakGİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı, Orta Karadeniz bölgesindeki çocuklarda Helikobakter Pilori (H.Pilori) pozitiflik oranının belirlenmesi; H.Pilori enfeksiyonunun, demir eksikliği anemisi (DEA) ve ilişkili hematolojik parametreler ile korelasyonunun değerlendirilmesidir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya gastrointestinal sistem semptomları nedeni ile C-14 üre nefes testi uygulanan çocuklar dahil edildi. Hemoglobin, hematokrit, ortalama eritrosit hacmi (n=852); serum demir düzeyi (n=175), demir bağlama kapasitesi (n=175), ferritin (n=197), transferrin satürasyonu (n=254) ve C-14 üre nefes testi sonuçları (n=1006) retrospektif olarak değerlendirildi. H.Pilori pozitiflik oranı belirlendi; H.Pilori pozitif ve negatif çocuklarda hematolojik parametreler karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen çocuk hastaların %46,8’ inde H.Pilori pozitif idi. H.Pilori pozitif hastalarda hemoglobin ve hematokrit düzeylerinin negatif hastalara kıyasla anlamlı oranda düşük olduğu tespit edildi (hemoglobin için T: 4,014 P: 0,000; hematokrit için T: 3,486 P: 0,001). Ortalama eritrosit hacmi H.Pilori pozitif hastalarda düşük olmakla birlikte, istatistiksel olarak anlamlı değildi. Serum demir düzeyi (T: 2,297 P: 0,023), ferritin düzeyi (T: 2,19 P: 0,03) ve transferrin saturasyonu (T: 2,541 P: 0,012) H.Pilori pozitif hastalarda anlamlı düzeyde düşük saptandı. Demir bağlama kapasitesi açısından anlamlı fark izlenmedi. Anemik çocuklarda (x²: 23,533 P: 0,000), transferrin düzeyi düşük olan çocuklarda (x²: 4,948 P: 0,026), ferritin düzeyi düşük olan çocuklarda (x²: 6,96 P: 0,008) ve ferritin düzeyi düşük olan anemik çocuklarda (x²: 13,74 P: 0,00) H.Pilori pozitiflik oranının yüksek olduğu tespit edildi. Kızlarda ve erkeklerde H.Pilori pozitif çocuklarda anemi oranı anlamlı düzeyde yüksek bulundu (kızlarda x²: 9,033 P: 0,003; erkeklerde x²: 15,016 P: 0,000). ARTIŞMA ve SONUÇ: Orta Karadeniz bölgesinde gastrointestinal sistem semptomu olan çocuklardaki H.Pilori pozitiflik oranının, ülkemizin diğer bölgelerindeki oranlar ile karşılaştırıldığında ortanca değer düzeylerinde olduğu düşünülmektedir. Çalışmaya dahil olan geniş pediatrik populasyondan elde edilen sonuçlar, H.Pilori enfeksiyonu ile DEA arasındaki ilişkiyi desteklemektedir.Item Sistemik başlangıçlı juvenil idiyopatik artrit tanılı olguların değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Çekiç, Şükrü; Karalı, Yasin; Kılıç, Sara Şebnem; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk İmmünoloji Bilim Dalı.GİRİŞ ve AMAÇ: Sistemik başlangıçlı juvenile idiyopatik artrit (JİA) nadir görülen bir JİA alt tipi olarak kabul edilir ve diğer JİA alt gruplarından farklı olarak otoinflamatuar hastalık grubunda değerlendirilir. Ülkemizde sistemik başlangıçlı JİA ile ilgili az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada kliniğimizde sistemik başlangıçlı JİA tanılı olguların klinik ve laboratuvar özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde takip edilen 303 JİA tanılı olgu tarandı ve 18 sistemik başlangıçlı JİA tanılı olgu (%5,9) tespit edildi. Olguların verileri elektronik dosya kayıtlarından geriye dönük olarak taranarak elde edildi. BULGULAR: Olguların yaşları ortanca 11,7 yıl (5,3-20 yıl) ve kız erkek oranı 4/14 idi. Tanı yaşları ortanca 4,9 yıl (1,5-15,2 yıl) ve tanıda gecikme süresi ortanca 4 hafta (2 hafta-10,8 yıl) olarak saptandı. En sık başvuru yakınması olguların tümünde görülen ateş ve artrit (n=18, %100) idi. Bir olguda monoartrit görülürken diğer olgularda birden fazla eklem tutulumu vardı. En sık görülen form monosiklik formdu (n=7, %38,8). Olgularda görülen en sık komplikasyon boy kısalığı (n=4, %22,2) idi ve makrofaj aktivasyon sendromu 2 olguda (%11,1) gelişti. Tedavide en sık steroidler (n=17, %94,4) kullanılırken biyolojik tedavi 7 olguda (%38,8) kullanıldı. Bu olguların son tedavilerine bakıldığında; 5 olgunun tocilizumab, bir olgunun canakinumab aldığı, kalan 1 olgunun ise takibi bıraktığı saptandı. Takipten çıkan bir olgu dışında tüm olgularda remisyon sağlandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Sistemik başlangıçlı JİA, diğer JİA alt gruplarına kıyasla daha az olarak görülmektedir. Hastalık enfeksiyon hastalıkları ve diğer inflamatuar hastalıklarla karışabildiği için tanı gecikebilmektedir. Kortikosteroid tedavisine çoğunlukla olumlu yanıt alınmakla birlikte steroide dirençli olgularda anti IL-6 ve anti IL-1 ilaçlar etkili olabilmektedir.Item Çocuklarda kortikosteroid tedavisinin kardiovasküler yan etkisi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Kocaoğlu, ÇelebiGİRİŞ ve AMAÇ: Kortikosteroidler pediatri pratiğinde birçok klinik durum için sıkça kullanılır. Steroidlerin kronik kullanımına bağlı yan etkiler iyi bilinmesine rağmen, kısa süre kullanımda ortaya çıkan yan etkiler bakımından daha az farkındalık vardır. Bu çalışmada biz düşük, orta ve yüksek doz kortikosteroidle tedavi edilen hastalarda ilaç öncesi ve ilaç sonrası kan basınçlarını ve nabız hızlarını değerlendirmeyi amaçladık. Kortikosteroid kullanımının klinik yansımalarını tanımlamak için, kortikostroidle tedavi edilen ve edilmeyenlerin bulgularını karşılaştırdık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya akut viral bronşiolitis ve nefrotik sendrom nedeniyle kortikosteroid tedavisi alan, 0-16 yaş arasındaki hastalar dahil edildi. Hastalar alınan kortikosteroid dozuna göre üç alt gruba bölündü. Kontrol grubu corticosteroid tedavisi almayan hastalardan oluşturuldu. BULGULAR: Hem kontrol grubunda, hem de grup-I ve grup-II de ilaç öncesi ve ilaç sonrası nabız hızları ortalaması arasında fark varken, pulse kortikosteroid alan grup-III’de ilaç öncesi ve ilaç sonrası ortalama nabız hızları arasında fark yoktu. Aşikar kardiak disritmi hiçbir grupta gözlenmedi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizim çalışmamız gösterdi ki, kortikosteroid kullanımı ile kardiak disritmiler arasında doğrudan bir nedensel ilişki yoktur. Muhtemeldir ki, kortikosteroid tedavisi sonrası gelişen disritmiler multi faktorialdir. Dolayısıyla, bu konuda herhangi bir yargıya varılmadan önce daha kapsamlı çalışmalar yapılmalıdır. Sebep ne olursa olsun, özellikle karaciğer hastalığı olan, kardiyak patolojisi olan veya kardiyak ilaç alan hastalar, disritmiler konusunda yakından izlenmelidir. Kortikosteroidlerin, aksi ispatlanana kadar kardiyak disritmileri presipite edebileceğinin farkında olunması önemlidir.Item Çocukluk çağı özofagus darlıklarda tekrarlanan savary-gilliard buji dilatasyonları etkili midir?(Uludağ Üniversitesi, 2019) Avcı, Veli; Güven, BurcuGİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk çağı özofagus darlıkları ile ilgili veriler yetersizdir. Bu çalışmada amaç, çocukluk çağında farklı sebeplerden dolayı oluşan özofagus darlıklarında tekrarlanan Savary-Gilliard buji dilatasyon işlemlerinin etkinliğini saptamaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: 2012-2018 yılları arasında özofagus darlığı saptanan ve tekrarlanan buji dilatasyon programına alınan hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, şikayeti, darlığın uzunluğu, etyolojisi, yeri, uygulanan endoskopik dilatörlerin ortalama çapı-uygulama sayısı, uzun dönem kontrol sonuçları ve komplikasyonları değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 25 hastanın 15 (%60)’ü erkek, 10 (%40)’i kız ve ortanca yaş 24 (5-132) ay idi. Hastaların hepsi yutma güçlüğü şikayeti ile başvurdular. Etyolojide en sık (n=18, %72) neden özofagus atrezi cerrahisi komplikasyonuydu. Uygulanan buji dilatörlerin çapı ortalama 11,4±2,32 (5-15) mm olup; her hasta için 2,2 (1-7) defa dilatasyon işlemi gerçekleştirildi. Dar özofagus segmentinin ortalama uzunluğu 15,84±7,97 (5-32) mm idi. Hastaların bir yıllık izlemlerinde 21 (%84) hastada şikayetleri tamamen geçti. Hiçbir hastamızda komplikasyon görülmedi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Özofagus darlığı gelişen çocuk hastalarda endoskopik buji dilatasyonu ideal bir tedavi yöntemidir. Savary-Gilliard dilatörleriyle tekrarlanan buji dilatasyonu basit, pratik, uygun maliyetli ve etkili bir tekniktir.Item Dirençli epilepsili çocuklarda ilaç dışı tedavinin etkinliği(Uludağ Üniversitesi, 2019) Vural, Özge; Serdaroglu, Ayse; Kurt, Aysegul Nese Citak; Hirfanoğlu, Tuğba; Kurt, GökhanGİRİŞ ve AMAÇ: Epilepsi en yaygın kronik, nörolojik bozukluklardan biridir. Halen epilepsi tedavisinde eski ve yeni çok çeşitli antiepileptik ilaç kullanılmaktadır. Bu antiepileptik ilaçların kullanımına rağmen hastaların yaklaşık %20-30’u başarılı bir şekilde tedavi edilemez. Bu hasta grubuna ilaca dirençli epilepsi hastaları denir. Dirençli epilepsi hastalarında nöbetlerin sıklığı hastanın yaşam kalitesini ve bilişsel fonksiyonlarını olumsuz etkiler. Günümüzde epilepsi cerrahisi uygulamaları ile başarılı sonuçlar elde edilmektedir. Bu çalışmanın amacı; dirençli epilepsili çocuklarda epilepsi cerrahisinin (rezektif/vagal sinir stimülasyonu) etkinliğini değerlendirmekti. YÖNTEM ve GEREÇLER: Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Bilim Dalı Uzun Süreli Video EEG Monitorizasyon Ünitesinde epilepsi tanısı ile izlenen ve epilepsi cerrahi konseyi kararına göre epilepsi cerrahisi uygulanan 62 çocuk hastanın özellikleri incelendi. BULGULAR: Hastalardan 48’ine vagal sinir stimülasyonu (VSS), 14’üne rezektif cerrahi uygulandı, 31’i kız, 31’i erkek ve nöbet başlangıç yaşı 35,2 + 37,0 ay, cerrahi uygulanma yaşı 11,9 + 3,8 yaş, cerrahi öncesi izlem süresi 8,7 + 4,1 yıl idi. Rezektif cerrahi uygulanan hastalardan 12’si halen nöbetsiz iken, vagal sinir stimülasyonu yapılan hastalardan 3’ü nöbetsiz, 1 hastada %90’dan fazla, 7 hastada %75’den fazla, 19 hastada %50’den fazla nöbet kontrolü sağlanmıştır. TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; gerek rezektif cerrahi gerekse VSS ilaca dirençli epilepsisi olan çocuk hastalarda uygulanan etkili tedavi yöntemleridir. VSS görece güvenli ve hafif yan etkileri olan bir yöntemdir. Erken dönemde, uygun hastalara uygulanan rezektif epilepsi cerrahisinin mortaliteyi azalttığı görülmüştür. Epilepsi hastalarında uygun cerrahi yöntem ve uygun hasta seçimi ile nöbet kontrolü büyük ölçüde sağlanabilmektedir. Uzun dönem izlenen seriler bize bu tedavi yöntemlerinin etkinliğini ve avantajlarını daha iyi gösterecektir. Daha etkili yöntemler bulunana kadar VSS ve rezektif cerrahi, ilaca dirençli epilepsi hastalarında cazip tedavi yöntemleri olmaya devam edecektir.Item İnsülin benzeri büyüme faktörü-1 ve premature morbiditeleri: Bronkopulmoner displazi, premature retinopatisi, intraventriküler kanama ve nekrotizan enterokolit(Uludağ Üniversitesi, 2019) Dorum, Bayram Ali; Köksal, Nilgün; Özkan, Hilal; Çakır, Salih Çağrı; Yılmaz, Cansu; Özgür, Taner; Budak, Ferah; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Neonatoloji Bilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/İmmunoloji Anabilim Dalı/Neonatoloji Bilim Dalı.GİRİŞ ve AMAÇ: İnsulin benzeri büyüme faktörü-1 (IGF-1) fetal ve postnatal dönemde etkili önemli bir büyüme faktörüdür. Prematüre doğum sonrası serum IGF-1 düzeyleri hızlıca düşmekte intrauterin dönemden daha da düşük seviyelerde kalabilmektedir. Bu çalışmada serum IGF-1 düzeylerinin, bronkopulmoner displazi (BPD), prematüre retinopatisi (PR), intraventriküler kanama (İVK) ve nekrotizan enterokolit (NEK) gibi prematüre morbiditeleri ile ilişkisinin olup olmadığı ve morbiditeleri ön görmede belirteç olarak kullanıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu ileriye yönelik, gözlemsel çalışmaya, doğum yaşı ≤32 hafta olan prematüre bebekler alındı. Bebeklerin yaşamların 1, 3, 7, 21 ve 28. günlerinde serum IGF-1 düzeyleri ölçüldü. Neonatal morbiditeler açısından izlemleri yapıldı. BULGULAR: Çalışmaya toplam 93 bebek alındı. Bebeklerin ortalama doğum ağırlığı 1236,11±354,06 gr, ortalama doğum yaşları 29,43±2,10 hafta idi. BPD ve PR gelişen bebeklerin serum IGF-1 değerleri, gelişmeyenlere göre anlamlı olarak düşük saptandı. İVK ve NEK gelişen hastalarda ise IGF-1 düzeyleri açısından gelişmeyenlere göre anlamlı fark saptanmadı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Prematüre bebeklerde BPD ve PR gelişimi ile ilk 4 haftadaki düşük IGF-1 düzeyleri arasında belirgin ilişki mevcuttur.Item Pediatrik üst solunum yolunun rijit teleskop video laringoskopi yöntemi ile değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Ketenci, İbrahim; Vural, Alperen; Kökoğlu, Kerem; Şahin, Mehmet İlhanGİRİŞ ve AMAÇ: Pediatrik üst solunum yolu problemlerinin ayrıcı tanısı zordur. En iyi method direkt görüntülemektir. Fleksibl nazofaingoskopi en sık uygulanan yöntemdir. Rijit teleskop video laringoskopi (RTVL), fleksible nazofaringoskopi uygulanamayan hastalarda bir alternatif olabilir. Bu çalışmada RTLV ile üst solunum yolu değerlendirilen hasta sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Üst solunum yolu problemi nedeniyle RTVL uygulanan hastalar retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Hastaların semptomları, ek hastalıkları ve bulguları kaydedildi. Uygulamalar 30 derece rijit teleskop video laringoskop ile aynı tecrübeli KBB uzmanınca gerçekleştirildi. Hastalar fleksibl nazofaringoskopi yapılamayan ya da cerrahi planlanan hastalara yapıldı. Bulgular ve cerrah işlemler kaydedildi. BULGULAR: 332 hastaya 427 işlem uygulandı. Stridor en sık endikasyondu. En sık bulgu laringomalaziydi. 73 hastada endikasyon ekstübasyon başarısızlığıydı. Bu hastaların 59'unda entübasyon granülomu en sık bulguydu. 67 hastaya trakeotomi işlemi yapıldı. Trakeotomi için en sık endikasyon uzamış entübasyondu. Tüm işlemler içinde tek ciddi komplikasyon bir hastada gelişen bradikardiydi ve uygun müdahale ile normale döndü. TARTIŞMA ve SONUÇ: Stridor ve uzamış entübasyon pediatrik üst havayolu için en sık semptomdu. Gastro-özefageal reflü ile birlikte olan ya da olmayan laringomalazi en sık bulguydu. Rijit teleskop - video laringoskopi uygulaması, fleksibl nazofaingoskopi yapılamayan hastalarda yararlı bir metoddur.Item İştahsız çocuk ve beslenme tedavisi yaklaşımları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Toprak, Kadriye; Samur, Gülhanİştahsızlık, yemek seçiciliği ve besin fobisi gibi beslenme davranışları, özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda çok yaygın görülen sağlık problemleridir. Her bir beslenme davranışının altında önemli fizyolojik sebepler olabileceği gibi psikolojik sebepler de olabilmektedir. Tedavide öncelikli amaç iştahsızlık ve diğer beslenme sorunlarının altında yatan nedenlerin saptanmasıdır. Altta yatan organik bir neden varlığında öncelikli tedavi bu nedenin ortadan kaldırılması olmalıdır. Diğer önemli yaklaşımlardan birisi de çocukta beslenme güçlüğünün türünün saptanmasıdır. Bu durum tedavi yaklaşımlarının etkinliği açısından önem taşımaktadır. Saptanan beslenme sorunlarında çocuk veya bebeğin yaşına uygun beslenme ilkeleri, pratikte beslenme sorununun etkili bir şekilde tedavi edilmesini destekleyebilir. Beslenme güçlüğünün türünün belirlenerek tedavi yöntemlerinin buna yönelik olarak planlanması tedavinin etkinliği açısından önem taşımaktadır.Item Epilepsili çocukların annelerinin yaşam doyumu ve başa çıkma tutumları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Başkale, Hatice; Çetinkaya, Bengü; Ceylan, Sibel Serap; Öztaş, ÜmranGİRİŞ ve AMAÇ: Epilepsi yalnız epilepsili kişiyi etkilememekte, bir birim olan ailenin de etkilenmesine neden olmaktadır. Aile çocuğun epilepsi tanısı alması ile birlikte birçok sorunla yüzleşmek zorunda kalmaktadır. Bu çalışmanın amacı epilepsili çocuğa sahip annenin yaşam doyumunu ve başa çıkma tutumlarını belirlemektir. GEREÇ ve YÖNTEM: Bu tanımlayıcı çalışmaya Ege Bölgesi’ndeki bir ilde bulunan bir devlet ve üniversite hastanesine gelen epilepsi tanısı almış 60 çocuğun annesi alınmıştır. Annelere Sosyodemografik Bilgi Formu, COPE (Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği) ve Yaşam Doyumu Ölçeği uygulanmıştır. BULGULAR: Epilepsili çocuğu olan annelerin “Yaşam Doyum Ölçeği” puan ortalamaları 19.41±7.20 olarak belirlenmiştir. Puan ortalamaları ile çocuğun epilepsi tanısı alma yaşı, yılık nöbet geçirme sayısı, annenin eğitim ve çalışma durumu ile ailede epilepsi tanısı olan başka bir kişinin varlığı arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Ekonomik durumu orta düzeyde olan annelerin Yaşam Doyum Ölçeği puan ortalamalarının daha yüksek ve “Disfonksiyonel Başa Çıkma” tutumunu daha sık kullandıkları bulunmuştur. Yaşam Doyum Ölçeği puan ortalaması ile Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği alt ölçek puan ortalamaları arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları epilepsili çocuğu olan ailelerle ilgilenen sağlık çalışanlarının bu ailelerin sağlık ve destek gereksinimlerini saptamalarına ve uygun girişimleri ve eğitimleri planlamalarına yardımcı olabilir.Item Yanık tedavisi gören çocukların annelerinin uyguladığı ilk yardım müdahalesi ve bilgisi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Gürler, Hesna; Yıldız, İknurGİRİŞ: Yanık tedavi merkezlerinde her yıl tedavi edilen yanık vakalarının çoğunluğu çocuk hastalar oluşturmaktadır. Ancak yapılan çalışmalar çocuklara doğru ilk yardım müdahalesinde bulunulmadığını göstermektedir. Araştırma yanık tedavisi gören çocukların annelerinin yanık sonrası uyguladıkları ilk yardım müdahalesi ve bilgisini belirlemek amacı ile tanımlayıcı olarak yapıldı. GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya bir devlet hastanesinin yanık ünitesinde tedavi gören 0-16 yaş arası 60 çocuk ve annesi alındı. Veriler yanık kliniğinde Tanıtıcı Bilgiler ve Yanıkta İlk Yardım Bilgisi Formu kullanılarak yüz yüze görüşme tekniği ile toplandı. Veriler yüzdelik dağılımlar, ortalama ve ki kare testi kullanılarak değerlendirildi. BULGULAR: Annelerin %70’inin yanıkta ilkyardım konusunda bilgi almadığı ve bilgi düzeylerinin yeterli olmadığı, yanıkta ilk yardım müdahalesi olarak yanık bölgesine su (%53,3), yoğurt, yanık merhemi (%6.7), buz (%5.5), zeytinyağı, diş macunu (%3.3) uyguladığı, %18.3’ünün hiçbir uygulama yapmadan hastaneye götürdüğü saptandı. Çocukların %41,7’sinde yanık yarası ile ilişkili problem geliştiği, en sık gelişen problemin geç iyileşme (%68) olduğu belirlendi. Yanık ile ilişkili problem gelişme oranı ilk yardım müdahalesi olarak yanık bölgesini akan suya tutan ve ilk yardım konusunda bilgisi olan annelerin çocuklarında istatistiksel açıdan önemli düzeyde daha düşüktü. SONUÇ: Annelerin ilk yardım konusunda bilgi düzeyleri ve doğru ilkyardım müdahalesi uygulama oranlarının yetersiz, yanık yarasına ilk yardım müdahalesi olarak sadece su uygulanmasının yanık yarasının iyileşmesinde önemli etkiye sahip olduğu belirlendi. Çalışmadan elde edilen bu bulgulara göre, aile, okul, hastane ve topluma dayalı yanıkta doğru ve yanlış ilkyardım uygulamalarını içeren farkındalık programları geliştirilmesi önerilmektedir.Item Kronik böbrek yetmezliği olan pediatrik hastalarda trombosit fonksiyonlarının değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Küpesiz, Funda Tayfun; Vergin, Canan; Bak, MustafaGİRİŞ ve AMAÇ: Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda üreminin ciddiyeti ve süresine bağlı olarak kanamaya yatkınlık görülebilir. Günümüzde etkin diyaliz işlemleri ile trombosit fonksiyon bozukluğu yapan üremik toksinlerin uzaklaştırılması kanama bozukluklarının kısmen düzeltilmesi sağlamıştır. Bu çalışmada kronik böbrek yetmezliği hastalarında kanama bulgularını, trombosit fonksiyon bozukluğunun varlığını ve bunu etkileyen faktörleri değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Çocuk Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nefroloji Kliniğinde KBY olarak takip edilen hastalar prospektif olarak değerlendirildi. Çalışma grubu 57 hasta ve 31 sağlıklı kontrol grubundan oluştu. Trombosit yüzeyi fibrinojen (GP IIb-IIa) ve von Willebrand Faktör (vWF) reseptörleri (GP Ib-IX) akım sitometri ile ölçüldü. İn vitro kanama zamanı ise trombosit fonksiyon ölçüm (PFA 100) yöntemi ile ölçüldü. BULGULAR: PFA 100 analizi sonucunda; hemodiyaliz hastalarında ortanca kollojen/epinefrin, kollojen/ADP kapanma zamanı periton diyalizi ve kontrol grubu hastalarına göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0,000, p=0,000); ancak bu değerler hemodiyaliz işleminden sonra normal düzeylere döndü (p= 0,018, p= 0,028). Periton diyalizi hastalarının in vitro kanama zamanı normal aralıktaydı. Periton diyalizi in vitro kanama zamanını hemodiyalize göre daha iyi düzeltiyordu. Akım sitometri ile yapılan analizlerde; diyaliz yapılan hastalardaki GP Ib (CD42b mAb) düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (p= 0,037). Hemodiyaliz yapılan hastalarda ise fibrinojen reseptör (GPIIb) düzeyi hemodiyaliz sonrası anlamlı düzeyde azalıyordu (p=0,018). TARTIŞMA ve SONUÇ: Üremik hastalarda trombosit fonksiyon bozukluğuna bağlı primer hemostazı değerlendirebilmek için PFA 100 yöntemi akım sitometriye göre daha kolay uygulanabilen ve ulaşılabilen bir test olarak kanama riski olan hastaların ilk değerlendirmesinde yol gösterici olabilir.