Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/939
Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.
Browse
collection.page.browse.recent.head
Item Akıllı telefon ile yapılan diyabetik retinopati muayenesinin geçerlilik ve güvenilirliği(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Osmanoğlu, Samet Ali; Güldal, Azize Dilek; Ayhan, Ziya; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Aile Hekimliği Anabilim DalıAmaç: Diyabetes Mellitusun birinci basamakta yönetimi sürecinde göz komplikasyonlarının saptanması için hastaların göz hekimine sevk edilmesi istenen sonuçları vermemektedir. Gerek hastaların gönülsüzlüğü gerekse göz bölümlerine ulaşmaktaki zorluklar hastaların göz komplikasyonlarının erken dönemde fark edilmesini engellemektedir. Günümüzde tele-tıp özellikle bazı durumlarda önemli bir role sahip olup göz hekimlerine hasta yerine göz dibi görüntülerinin gönderilmesi ile sorunun çözülebileceği düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı, 20D mercek ile büyütülen göz dibinin akıllı telefon ile elde edilen görüntülerinin tanısal geçerlilik ve güvenilirliğini belirlemektir. Yöntem: Çalışmamız Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniği’ne başvuran Tip 2 DM hastaları ile yapılmıştır. Hastaların hem akıllı telefon ile hem de geniş alanlı renkli fundus kamerası ile fundoskopik görüntüleri elde edilmiştir. Akıllı telefon ile elde edilen görüntüler iki uzman tarafından değerlendirilmiştir. Araştırmanın verileri SPSS 22 programı kullanılarak değerlendirilmiştir. Tanımlayıcı analizlerin yanı sıra; sensitivite, spesifite, pozitif ve negatif prediktif değerler ile accuracy değerleri hesaplanmıştır. Bulgular: Çalışmaya 200 katılımcının 398 gözü dahil edilmiştir. 398 göze DR açısından dilate geniş alan fundus kamerası görüntüleri ile tanı konmuştur. Akıllı telefon muayenesinde değerlendirilebilir bulunmayan görüntü oranı değerlendirici 1 için %6,8 (27 göz), değerlendirici 2 için %7,8 (31 göz)’dir. Herhangi bir seviyedeki DR için sensitivite, spesifite, pozitif prediktif değer, negatif prediktif değer, accuracy değerleri değerlendirici 1 için 0,94, 1,00, 1,00, 0,98, 0,98 değerlendirici 2 için 0,92, 0,99, 0,98, 0,97, 0,97’dır. Kappa değeri 0,96’dır. Proliferatif diyabetik retinopati için sensitivite, spesifite, pozitif prediktif değer, negatif prediktif değer, accuracy değerleri değerlendirici 1 için 0,93, 1,00, 1,00, 0,99, 0,99 değerlendirici 2 için 0,93, 1,00, 1,00, 0,99, 0,99’dur. Kappa değeri 0,96’dır. Sonuçlar: Yüksek sensitivite ve spesifite değerleri ile akıllı telefon DR muayenesi yöntemi DR taramasında ve uzaktan değerlendirilmesinde kullanabilecek maliyet etkin bir alternatif yöntem olarak değerlendirilebilir.Item Glenohumeral eklem diziliminin sağlıklı ve patolojik omuzlarda üç boyutlu rekonstrüksiyon yöntemi kullanılarak retrospektif değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Diner, Gülnur; Özdemir, Senem Turan; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Anatomi Anabilim DalıAmaç: Articulatio glenohumeralis morfolojisi ile omuz patolojileri arasındaki ilişki pek çok çalışmaya konu olmuştur. Articulatio glenohumeralis’in morfolojik özellikleri ile rotator manşet patolojileri arasındaki ilişki daha yaygın kabul görürken, anterior glenohumeral instabilite (AGHİ) ve glenohumeral osteoartrit (GHOA) için bu ilişki netlik kazanmamış, çalışmalarda farklı ve çelişkili sonuçlar raporlanmıştır. Bu çalışmanın amacı AGHİ ve GHOA’de eklemin morfolojisini araştırmak ve potansiyel risk faktörü olabilecek parametreleri değerlendirmektir. Gereç ve yöntem: Çalışmamızda kontrol grubu için 80, AGHİ grubu için 73 ve GHOA grubu için 45 BT görüntüsü kullanıldı. Sectra Workstation IDS7 programı kullanılarak 3 boyutlu görseller elde edildi. Art. glenohumeralis morfolojisini değerlendirmek amacıyla cavitas glenoidalis genişliği ve uzunluğu, cavitas glenoidalis indeksi, kritik omuz açısı (KOA), lateral akromiyal açı (LAA), akromiyal eğim, glenopolar açı (GPA), caput humeri yüksekliği, eğimi, çapı olmak üzere lineer ve açısal ölçümler gerçekleştirildi. Caput humeri çapı’nın cavitas glenoidalis genişliği’ne oranı hesaplandı. Bulgular: Kontrol, AGHİ ve GHOA gruplarında sırasıyla; cavitas glenoidalis yüksekliği 39,65 mm, 38,67 mm, 38,34 mm; cavitas glenoidalis genişliği 29,08 mm, 26,95 mm, 28,63 mm; cavitas glenoidalis indeksi 73,40, 69,77, 74,60; GPA 39,44°, 38,73°, 40,13°; KOA 32,50°, 31,31°, 28,82°; akromiyal eğim 31,25°, 27,88°, 28,56°; LAA 82,95°, 81,78°, 89,80°; caput humeri çapı (frontal) 46,37 mm, 45,67 mm, 44,76 mm; caput humeri çapı (sagittal) 43,55 mm, 43,60 mm, 41,71 mm; caput humeri yüksekliği 22,78, 23,36 mm, 21,64 mm; caput humeri eğimi 128,82°, 131,35°, 128,53°; caput humeri çapı (sagittal)/cavitas glenoidalis genişliği 1,50, 1,63, 1,46 olarak ölçüldü. Sonuç: AGHİ grubunda kontrol grubuna göre cavitas glenoidalis indeksi anlamlı derecede düşük, caput humeri çapı (sagittal) / cavitas glenoidalis genişliği oranı yüksek, GHOA grubunda ise KOA değeri anlamlı ölçüde düşük saptandı.Item Merkezi ve periferik olarak uygulanan Glisil–L–Glutamin’in normal ve hipotansif koşullarda plazma adipokin düzeylerine etkileri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özdemir, Ömer Faruk; Yılmaz, Mustafa Sertaç; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Tıbbi Farmakoloji Anabilim DalıPropiyomelanokortin (POMC) ürünü olan β–endorfin’in 30-31 sekansı glisin ve glutamin (Gly–Gln) aminoasitlerinden oluşur ve biyolojik aktivite gösteren bir dipeptittir. Bu dipeptitin siklik (halkalı) hale getirilmesi ile (siklo)Gly–Gln elde edilmektedir. Gly–Gln’nin aksine (siklo)Gly–Gln periferik dolaşım sisteminden santral sinir sistemine geçerek, orjinal dipeptite benzer etkiler göstermektedir. Bu çalışmada periferik (siklo)Gly–Gln veya santral sinir sistemine uygulanan Gly–Gln’nin, sıçanlarda oluşturulan hemorajik şok modelinde hemodinamik parametrelere ve plazma adipokin seviyelerine olan etkilerinin araştırılması amaçlandı. Çalışmada 64 adet 195 – 300 g ağırlığındaki, Sprague — Dawley cinsi erkek sıçan kullanıldı. Hemorajik şok modeli, deney öncesi yerleştirilen arteriyel kateterden 2 ml/100 g kanın 10 dakika içerisinde sabit hızda alınması sonucu oluşturuldu. Kanatma başlangıcından yarım saat sonra ilaç uygulaması yapıldı. Kanatma öncesi başlanan kan basıncı ve kalp hızı kaydına 6 saat boyunca devam edildi. Kanatma başında ve deney bitiminde alınan 500 μl kan örneklerindeki apelin, adiponektin, leptin ve resistin düzeyleri ELISA yöntemi ile ölçüldü. Uygulanan hemorajik modelin tedavi uygulamasından önce kan basıncını düşürdüğü, Gly–Gln’in ve (siklo)Gly–Gln’in yarım saat tedavi edici etkinliği olduğu görüldü. Normotansif koşullarda ICV olarak uygulanan Gly– Gln, ortalama arteriyel kan basıncını 20,9 ± 5,32 mmHg düşürdü, (siklo)Gly– Gln kan basıncına etki etmedi. Normotansif sıçanlarda (siklo)Gly–Gln leptin, apelin ve resistin seviyelerinin düşürürken adiponektin seviyeleri değişmedi. Adipokinlerin arkuat nükleusta aktivite gösterdiğine dair kanıtlar her geçen gün artmaktadır. İştah, kardiyovasküler tonus, gibi birçok temel fonksiyonun düzenlenmesinde rol alan arkuat nükleusta; obezite, kardiyovasküler hastalık, insülin direnci, hipertansiyon gibi kronik hastalıklar ile ilişkisi gösterilen adipokinlerin etkilerinin yine aynı çekirdekte sentezlenen Gly–Gln sayesinde düzenleniyor olabilir.Item Adli Tıp Kurumu Bursa Grup Başkanlığında 2019-2021 yılları arasında otopsisi yapılan 65 yaş üstü vakaların retrospektif olarak değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Malcı, Özge Şener; Durak, Dilek; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Adli Tıp Anabilim DalıYaşlı nüfusundaki artışa paralel olarak adli nedenli otopsiler içerisindeki yaşlı oranları da artış göstermektedir. Adli ölü muayenesi ve otopsi ani, beklenmedik, şüpheli ve doğal olmayan tüm adli ölümlerde uygulanmaktadır. Bu çalışmada Bursa ’da adli otopsisi yapılmış 65 yaş ve üzeri ölüm olgularına ait sosyodemografik özelliklerin ve ölüm nedenlerinin ortaya konması, elde edilen verileri literatür ile karşılaştırılması, yaşlı ölüm olgularında adli otopsinin önemi ile yaşlı nüfusun sağlık ve sosyal sorunlarına dikkat çekmek amaçlanmıştır. Adli Tıp Kurumu Bursa Grup Başkanlığı’nda 2019-2021 yılları arasındaki 3 yıllık süre içerisinde otopsisi yapılan 4247 olgu retrospektif olarak taranmış ve 65 yaş üzeri olan 877 olgu çalışmamıza dahil edilmiştir. Otopsisi yapılan 4247 olgudan %20,6’sının 65 yaş ve üstü olduğu, olguların yaş ortalaması 74,70±7,3 olup, %74,6’ının erkek olduğu saptanmıştır. Her iki cinsiyette 65-74 yaş grubundaki olgu sayısının diğer gruplara göre daha fazla olduğu saptanmıştır. En fazla olgunun yaz (%30,6), en az olgunun ise ilkbahar (%20) mevsiminde olduğu görülmüştür. Olguların en sık ölüm orijini doğal ölüm (%51,4) olup kardiyovasküler hastalıkların en sık doğal ölüm nedeni olduğu saptanmıştır. Kazaların erkeklerde en sık trafik kazası kadınlarda ise suda boğulma olduğu tespit edilmiştir. İntihar olgularının %81,3’ünün ası olduğu ve asının her iki cinsiyette de en sık intihar yöntemi olduğu saptanmıştır. Ülkemizde tıbbi otopsi sayısının az olduğu göz önüne alındığında adli otopsilerin yaşlı ölümleri ile ilgili çok sayıda veri sağlayabileceği görülmektedir. Bu tür çalışmalardan elde edilecek bilgiler ile ölüm nedenleri ve orijinlerinin tespit edilmesi önlenebilir nedenlerin ortadan kaldırılabilmesi için yaşlı nüfusa yönelik gerekli sağlık hizmeti ve sosyal bakım konusundaki önceliklerin belirlenmesine yardımcı olacağını düşünmekteyiz.Item Anoreksiya nervoza hastalarında prognostik nutrisyonel indeks düzeylerinin prognoza etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Duygu, Özge Asena; Mutlu, Caner; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim DalıÇalışmamızda anoreksiya nervoza (AN) tanılı çocuk ve ergenlerde prognostik nutrisyonel indeks (PNI) düzeylerinin sosyodemografik veriler, hastalık özellikleri, komorbidite ve prognoz ile ilişkisi incelenmiştir. Çalışmamıza hasta grubu olarak AN tanısı olan, alım ve dışlama kriterlerine uyan 45 kız hasta; kontrol grubu olarak alım ve dışlama kriterlerine uyan 42 kız gönüllü dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen her iki gruba araştırmacı tarafından Sosyodemografik Veri Formu Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (ÇDŞG-ŞY), Çocuklar için Genel Değerlendirme Ölçeği (ÇGDÖ) ayrıca hasta grubuna Klinik Global İzlenim-Hastalık Şiddeti Ölçeği (KGİ-HŞ) uygulanmış, hasta ve kontrol grubundaki katılımcılar tarafından Yeme Tutumu Testi (YTT), Yeme Bozukluğu Değerlendirme Ölçeği (YEDÖ), Öz-Yansıtma ve İç görü Ölçeği, Yenilenmiş Çocuk Ergen Anksiyete Depresyon Ölçeği (ÇADÖ-Y), Leyton Obsesyon Envanteri-Çocuk Versiyonu (LOE-CV), Ebeveyn Özerklik Desteği Ölçeği (EÖDÖ) ve Ergenlerde Kısaltılmış Duygu Dışavurum Ölçeği (EDDÖ) doldurulmuştur. Hasta grubunda PNI düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha düşük saptanmıştır. Hasta grubunda hastalık dönemi ilk başvurusundaki hastalık şiddeti skorları ile PNI düzeyleri arasında negatif korelasyon, hasta grubunda hastalık dönemi ilk başvurusundaki vücut kitle indeksi (VKİ) ile PNI pozitif yönde sınırda anlamlılık saptanmıştır. Hasta grubunda major depresif bozukluk (MDB) eşlik edenlerde etmeyenlere göre, kendine zarar verme davranışı (KZVD) ve intihar girişimi olanlarda olmayanlara göre PNI anlamlı olarak daha düşük, 3 grup olarak karşılaştırıldığında; değerlendirme zamanında AN tanı kriterlerini karşılamaya devam eden ve etmeyen gruplarda kontrol grubuna kıyasla PNI düzeyleri anlamlı olarak daha düşük saptanmıştır. AN tanılı çocuk ve ergenlerde PNI düzeylerinin ;tanı kriterlerinden çıkma ile ilişkili değil iken, hastalık şiddeti, VKİ, komorbid MDB, KZVD, intihar girişimi ile ilişkili olabileceği bu nedenle PNI düzeylerinin çocuk ve ergenlerde AN için indirekt prognostik bir faktör olabileceği düşünülmüştür.Item Master yüzücülerde omuzun ultrasonografik değerlendirme bulgularının ağrı, antrenman özellikleri ve kas kuvveti ile ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Çelebi, Melih; Sivrioğlu, Konçuy; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim DalıBu çalışmanın amacı master yüzücülerde omuzun ultrasonografik değerlendirme bulguları ile omuz ağrısı, antrenman özellikleri, kas kuvveti ve fonksiyonel durum arasındaki ilişkileri değerlendirmektir. Çalışmaya 30 master yüzücüyle, yaş ve cinsiyete göre eşleştirilmiş 30 kontrol alındı. Katılımcılar demografik veriler ve omuz ağrısı geçmişi açısından sorgulandıktan sonra, Western Ontario Rotator Cuff (WORC) ölçeği ile fonksiyonel durumları değerlendirildi. Ayrıca yüzücülerde bunlara ek yüzme stilleri, antrenman sayıları, ek egzersiz yapıp yapmadıkları sorgulandı. Tüm katılımcıların her iki kol ve gövdenin yağ ve kas kütlesi ölçümleri ve izokinetik dinamometre cihazıyla omuz izometrik kas kuvveti ölçümleri yapıldı. Tüm katılımcıların her iki omuzu ultrasonografiyle supraspinatus (SSP) ve biseps uzun başı tendon kalınlıkları, patolojileri ve subakromiyal bursa kalınlık ve efüzyonu açısından değerlendirildi. Master yüzücülerde kontrollere göre anlamlı derecede daha fazla omuz ağrısı, daha fazla fonksiyonel etkilenme ve daha yüksek SSP tendon kalınlığı saptandı. Yüzücülerde sol omuz iç rotasyon (İR) kas kuvveti daha fazla, sol omuz dış rotasyon (DR)/İR oranı daha düşüktü. Yüzücülerde tüm vücut, her iki kol ve gövde yağ yüzde ve kütleleri daha düşük iken, kas kütleleri açısından kontroller ile anlamlı fark saptanmadı. Yüzücülerdeki omuz ağrısının yüzmeye başlangıç yaşı, yüzme stilleri ya da antrenman hacmi ile herhangi bir ilişkisi saptanmazken, yüzmeye başlangıç yaşı ile omuz fleksör kas kuvvetleri (sağ r= -0,363; p=0,048; sol r= -0,197; p=0,030) arasında ters bir ilişki gözlendi. Sonuç olarak, master yüzücülerde omuz ağrısı daha fazla, SSP tendonu daha kalın ve sol omuz İR kas kuvveti daha yüksek olup, DR/İR oranı daha düşüktü. Master yüzücülerde omuz dış rotator kaslarının güçlendirilmesi omuz ağrısına neden olabilecek omuz rotator kas gücü dengesizliklerini önlemede yararlı olabilir.Item 1 Ocak 2010 – 31 Aralık 2021 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde anti-HCV pozitifliği saptanan olguların retrospektif değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özer, Rabia Aslı; Yılmaz, Emel; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim DalıÇalışmamızda, farklı klinik ve polikliniklerden, farklı amaçlarla istenen anti-HCV testlerinin pozitif sonuçlanma oranlarını ve anti-HCV pozitif bireylerin demografik özelliklerini, risk faktörlerini, HCV RNA test istem oranlarını, genotiplerini, klinik, laboratuvar ve görüntüleme özelliklerini, tedaviye ulaşma ve tedavide başarı oranlarını inceleyerek literatüre katkıda bulunmayı amaçladık. Çalışmamız tek merkezli bir çalışma olup, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 1 Ocak 2010 – 31 Aralık 2021 arasında anti-HCV pozitifliği saptanan hastalar, hastane otomasyon veri sistemi üzerinden retrospektif olarak değerlendirildi. Rekürren testler çıkarıldığında 163.135 anti HCV testi istendiği ve %2,3’ünün (n=3767) antiHCV pozitif olduğu belirlendi. Bunlardan 18 yaşın altında olan hastalar çalışma dışı bırakılarak, 3655 hasta çalışmaya dahil edildi. En çok anti-HCV istemi yapan gastroenteroloji (%20,7) iken, anti-HCV testlerinin en yüksek oranda pozitif sonuçlandığı enfeksiyon hastalıkları (%7,93) idi. Anti-HCV pozitif hastaların %80,8’inden (n=2954) HCV RNA istendiği ve %45,7’sinin (n=1350) HCV RNA pozitif olduğu belirlendi. HCV RNA isteme oranı enfeksiyon hastalıklarında %97,2; gastroenterolojide %89,8 idi. Diğer branşlarda antiHCV pozitif saptanan hastaların %45,3’ünün ilgili bölümlere yönlendirildiği ve %33,7’sinden HCV RNA istendiği belirlendi. Hastaların %77,5’inin genotip bilgisine ulaşılırken, genotip 1-1b %57,9 ile en sık görülen genotip olarak vurgulandı. HCV RNA pozitif olguların %61,6’sının tedaviye ulaştığı, tedavilerin %68’inde tedavi sonrası 24.ayda viral yük değerlendirildiği tespit edildi. DEA rejimi ile tedavi edilenlerde %99’unda; IFN + DEA rejimi ile tedavi edilenlerin %97’sinde ve IFN bazlı rejim ile tedavi edilenlerin %81’inde 24.ayda kalıcı viral yanıt sağlandığı belirlendi. Sonuç olarak çalışmamızda HCV enfeksiyonu olan hastalara tanı konulmasında, tedavi amaçlı uygun hekime yönlendirilmesinde, HCV RNA isteme oranlarında ve tedavi takibinde eksiklikler olduğu görüldü.Item Sıçanlar üzerinde oluşturulan deneysel varikosel modelinde tadalafilin sperm parametreleri ve testisin korunması üzerine etkisinin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Yetemen, Melih; Çiçek, Mehmet Çağatay; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Üroloji Anabilim DalıGüncel tedavisi cerrahi olan varikoselin tedavisinde antioksidan etkili tadalafili deneysel varikosel modeli oluşturulan sıçanlar üzerinde kullandık. Tadalafilin testis ve sperm parametreleri üzerine etkisini araştırdık. Çalışmada 24 erkek sıçan kullandık. Grup 1 Sham grubu, grup 2 sol varikosel grubu, grup 3 sol varikosel oluşturulup tadalafil başlanan grup olarak üçe ayrıldı. Yetmiş beş günlük takip sonrası denekler sakrifiye edildi. Sol testis dokuları histopatolojik ve apoptotik inceleme için çıkarıldı. Sol epididim dokularından semen örneği elde edildi. Modifiye Johnsen skorları karşılaştırıldığında grup 2’nin skoru, grup 1’e göre daha düşük olduğu saptandı (p=0,005). Grup 2 ve grup 3’ün ve grup 3 ile grup1’in bu skorları arasında fark saptanmadı (p>0,05). Testis içerisindeki venlerin tunika media ölçümlerinde varikosel oluşturulan gruplarda grup 1’e göre bu kalınlık anlamlı artmıştı (sırasıyla p=0,008, p=0,004). Grupların apoptotik indeks analizlerinde tüm gruplar arasında fark saptandı (sırasıyla p<0,001, p=0,002, p=0,004) ve Grup 3’te Leydig hücrelerinde apoptoz grup 2’ye göre daha az görüldü. Motilite ortalamaları grup 1 ve grup 3’ün benzer sonuçlanırken grup 2’ye göre anlamlı yüksek saptandı (p<0,05). Morfolojik defekt oranlarına göre grup 1 ve grup 2’nin ortalama ölçümleri grup 3’e göre daha düşük saptandı (p<0,05). Grup 3’ün ortalama sperm sayısı grup 1 ve grup 2’den daha yüksek ve grup 2’nin ortalama sperm sayısı da grup 1’den yüksek saptandı (p<0,05). Çalışmamızda tadalafilin varikosele bağlı gelişen histopatolojik değişikliklere karşı testisi koruyabileceği, varikoselin testis içi venler üzerine etki gösterdiği, varikosele bağlı artmış apoptozis oranlarını azaltabileceği ve sperm parametrelerinin başta motilite olmak üzere korunmasını sağlayarak gelişebilecek subfertiliteyi engelleyebileceği gösterildi.Item 2005-2022 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde izlenen sifiliz olgularının retrospektif irdelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Sertkaya, Hatice; Kazak, Esra; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim DalıBu çalışmada; merkezimizde takip edilen sifiliz olgularının epidemiyolojik özellikleri, tedavi yanıtı ve seroreversiyonu etkileyen faktörler incelendi. HIV ile enfekte, nörosifilizli ve oküler sifilizli olgular ayrıca irdelendi. 2005–2022 yılları arasında sifiliz tanısı ile takip edilen 503 hasta retrospektif olarak incelendi. Olguların 371’i(%74) erkek, 132’si(%26) kadındı, ortalama yaş 40,16 ± 10,6 idi. Kadın hastaların 25(%18,9)’i gebeydi. Yıllar içinde sifiliz insidansının ve erken sifiliz oranlarının arttığı görülmüş olup, hastaların 21(%4,2)’i primer, 91(%18)’i sekonder, 18(%3,6)’i tersiyer, 10(%2)’u erken latent, 363(%72,2)’ü geç latent evredeydi. 23(%4,5) hastada SSS, 15(%3) hastada göz, 2(%0,4) hastada otik, 2(%0,4) hastada gumma, 2(%0,4) hastada kardiyak tutulum vardı. Nörosifilizli 20(%87) hastada BOS incelemesi yapılmıştı; VDRL 7(%37), Sifiliz İHA 15(%84) pozitifti. Oküler sifilizli 6(%40) hastada üveit, 9(%60) hastada retinit görüldü. 9(%60) hastaya BOS incelemesi yapılmıştı; 6(%66,6) hastada nörosifiliz de eşlik ediyordu. 134(%26) hastada HIV koenfeksiyonu vardı. Yıllar içinde HIV koenfeksiyon oranlarının arttığı görüldü. HIV ile enfekte olan grupta erkek hasta ve ESE/biseksüel oranı daha yüksek olup (p<0,001), sekonder evre ve lenfadenopati daha sık görüldü (sırasıyla p=0,003, p=0,043), medyan RPR titreleri daha yüksekti (p<0,001). Hastaların %73,6’sında tedavi yanıtı, %36’sında seroversiyon görüldü. HIV koenfeksiyonu, erken evrede olunması, RPR titresinin >1:32 olmasının tedavi yanıtını olumlu etkilediği (sırasıyla p=0,013, p<0,001 p<0,001), daha önce sifiliz tedavi öyküsünün olmasının ise olumsuz etkilediği (p=0,004) saptandı. Başlangıç RPR titresinin <1:8 olmasının seroreversiyonu artırdığı (p=0,009) saptandı. Sifiliz insidansının arttığı günümüzde erken tanı ve önleme için toplumun bilinçlendirilmesinin, riskli grupların ve gebelerin taranmasının önemi artmaktadır. Tedavi başarısını etkileyen faktörlerin net olarak bilinmesi hastaların yönetimini kolaylaştıracaktır.Item Laparoskopik kolesistektomi vakalarında serebral kan akımının ve serebral oksijenizasyonun transkranial doppler ve NIRS ile değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Başaran, Kadir Buğra; Gören, Suna; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim DalıLaparoskopik Kolesistektomi (L/K) planlanan hastalarda Near-İnfrared Spektrometri (NIRS) ve Transkranyal Doppler-USG (TCD-USG) kullanarak, perioperatif dönemde serebral dokuda bölgesel oksijenizasyon ve intrakranyal kan akımı değişikliklerini saptamayı amaçladık. Çalışmaya elektif L/K uygulanan, “American Society of Anesthesiologists” (ASA) skoru I-II olan, 18-65 yaş, bilinen damar hastalığı, nörolojik sorunu olmayan 40 hasta dahil edildi. Hastalarda bölgesel serebral oksijen saturasyonu (NIRS-L, NIRS-R), A. cerebri media (MCA) ve A. carotis interna (ICA)’da akım velositeleri (FV), pulsatilite indeksi (PI) değerleri preoperatif, anestezi indüksiyonu, insuflasyon ve ters Trendelenburg (rT) pozisyonu sonrası, nötr pozisyonda, ekstübasyon öncesi ve ayılma ünitesinde ölçülerek değerlendirildi. Pnömoperitoneum ve rT pozisyonuyla; iki taraflı NIRS değerlerinde azalma saptandı (L: p<0,001;p=0,04; R: p<0,001;p<0,001). MCA-FV’de insuflasyon ve rT pozisyonuyla azalma (p=0,001;p=0,012) gözlendi. MCA-FVmean’de insuflasyon ile azalma (p= 0,019); MCA-PI’da rT pozisyonuyla artma (p=0,044) gözlendi. İCA ölçümlerinde anlamlı bir fark bulunamadı (Tüm dönemlerde p>0,05). NIRS-R ve MCA-FV değerleri arasında insuflasyon ve rT pozisyonu sonrasında ilişki saptandı (Sırasıyla r=0,420;p=0,009; r=0,587;p<0,001). MCA-FVmean’in sadece rT pozisyonu sonrası NIRS-R değeri ile ilişkili olduğu gözlendi (r=0,562, p<0,001). Perioperatif dönemde hemodinamik ve serebral oksijenasyon değerleri, USG ölçümlerinde klinik olarak müdahele gerektirecek bir değişim gözlenmedi. Sonuç olarak; L/K hastalarında serebral oksijenasyon ve akım değerlerinde değişimin insuflasyon döneminde başladığı ve rT pozisyonunun etkisiyle devam ettiği saptandı. NIRS ve serebral kan akımı arasında insuflasyon ve rT pozisyonunda anlamlı bir ilişki saptandı. İntrakranyal kan akımında ve oksijenasyonda bozulma olması durumda NIRS’ın daha erken uyarı verebileceği, ASA I-II sınıfı hastalarda NIRS ile değerlendirmenin yeterli olabileceği, ancak ASA III-IV hastalarda her iki analiz yönteminin ortak kullanılmasının serebral kanlanma ve oksijenasyon hakkında daha fazla yararlı olabileceği kanısına varıldı.Item Konjenital diyafram hernisi ve diyafram evantrasyonu nedeniyle opere edilen hastalarda mesane bağırsak disfonksiyonunun ve pelvik taban kas fonksiyonunun değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özkaya, Selim; Balkan, Mehmet Emin; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Çocuk Cerrahisi Anabilim DalıMesane bağırsak disfonksiyonu (MBD); alt üriner sistem fonksiyon bozukluğu ve bağırsak fonksiyon bozukluğu semptomlarını içeren bir terimdir. Anatomik ve fonksiyonel olarak diyafram kasıyla bağlantı halinde olan pelvik tabanın kas fonksiyonu, mesane ve bağırsak fonksiyonlarının istenilen optimum düzeyde çalışması için önemli bir yere sahiptir. Çalışmamızda konjenital diyafram hernisi (KDH) ve diyafram evantrasyonu (DE) nedeniyle opere edilen, diyafram kas bütünlüğü ve gerginliğinin edinsel olarak sağlandığı hastalarda, onarılan diyafram kasının pelvik taban kas fonksiyonlarına olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya, dahil edilme kriterlerine uyan 5-17 yaş aralığındaki gönüllü katılımcılar diyafram cerrahisi geçiren (n=29) ve sağlıklı grup (n=29) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Katılımcıların mesane bağırsak disfonksiyonu semptomlarına yönelik; İşeme Bozuklukları Semptom Skorlaması (İBSS) ile Çocukluk Çağı Mesane ve Bağırsak Disfonksiyonu Anketi (CBBDQ) dolduruldu. Pelvik taban kas aktivasyonu fizyoterapist eşliğinde NeuroTrac Myoplus4Pro ile değerlendirildi. Esneklik değerlendirmesi için Beighton skorlaması yapılarak ölçümler kaydedildi. Diyafram cerrahisi geçiren grubun İBSS anketi ortalama puanı 3 iken sağlıklı grubun ortalama puanı 2’dir (p=0,137). CBBDQ anketi sonuçlarına bakıldığında ise diyafram cerrahisi geçiren grubun ortalama puanı 10 iken sağlıklı grubun ortalama puanı 4’tür (p=0,187). Eklem hiperbolitesinin değerlendirildiği Beighton skoru sonuçlarına göre opere edilen grubun Beighton skoru ortalaması 2, sağlıklı grubun ise 4 olarak bulunmuştur. Pelvik taban kas aktivasyonu elektromiyografi (EMG) ölçümlerine göre diyafram cerrahisi geçiren çocukların pelvik taban kas aktivitesi parametrelerinin sağlıklı çocuklara göre belirgin farklılıklar gösterdiği tespit edilmiştir. Grupların, pelvik taban kas aktivitesi parametrelerinden work mode ve rest maksimum istemli kontraksiyon (MVC) ortalama değerleri arasında sağlıklı katılımcıların lehine istatistiksel olarak anlamlı fark bulunurken (p=0,032, p≤0,001); work MVC ve work minimum ortalama değerleri opere edilen grup lehine istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,023 , p=0,027). Bu çalışma anatomik ve fonksiyonel olarak pelvik taban kaslarıyla bağlantılı olan diyafram kasının cerrahisinin pelvik taban kas fonksiyonları üzerinde etkileri olduğunu gösterir ve cerrahi sonrası uzun dönem rehabilitasyonun bu kas gruplarını hedeflemesi gerektiğini düşündürür.Item Sıçanlarda deneysel siyatik sinir hasarı modelinde lityum tedavisinin sinir rejenerasyonu üzerine etkinliğinin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Ünal, Hanside Setenay; Bekar, Ahmet; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Beyin ve Sinir Cerrahisi Anabilim DalıPeriferik sinir hasarı günümüzde hala tedavisi kesinleştirilememiş bir hastalıktır. Hasar sonrası greft ve primer cerrahi onarım uygulanmakta fakat sinir iyileşmesi ve fonksiyonu eski haline döndürülememektedir. Bu çalışma hasar sonrası direkt primer cerrahi onarımın ardından uygulanan lityum tedavisinin sinir rejenerasyonu ve fonksiyonel iyileşme üzerine olan etkilerini araştırmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla 64 adet sıçan erken ve geç gruplara ayrıldı. Gruplar kendi içinde her grupta 8 sıçan olacak şekilde sham, kontrol, lityum 20 mg/kg uygulanan grup ve lityum 50 mg/kg uygulanan grup olarak belirlendi. Sham grubunda hasar oluşturulmadı, diğer gruplarda transeksiyon hasarı sonrası primer sütürasyon uygulandı. Sonrasında 7 gün boyunca intraperitoneal yolla sham ve kontrol grubuna salin, ilaç gruplarına belirtilen dozlarda lityum uygulandı. Erken dönem sıçanlar 8. gün sakrifiye edildi, geç dönem sıçanlar 6. ve 12. haftada elektrofizyolojik ve fonksiyonel testlerin uygulanması sonrası sakrifiye edildi. Erken dönem sıçanlardan alınan sinir dokularından antioksidan enzimler çalışıldı, geç dönem sıçanlardan alınan sinir dokularından akson sayımı çalışıldı. Sonuçlarda mortalite görülmedi. Bir sıçanda hasarlı ayakta otoampütasyon, bir sıçanda cerrahi sonrası gelişen ataksi görüldü. Uygulanan testler sonrasında lityum uygulanan sıçanlarda kontrol grubuna göre antioksidan enzim düzeylerinde artış, elektromyelografide sinir ileti hızında artış, yürüme testinde siyatik fonksiyon indeksinde iyileşme ve akson sayısında artış olduğu görüldü. Bu sonuçlar siyatik sinir transeksiyon hasarında terapötik aralıktaki düşük ve yüksek dozlarda lityum tedavisinin sinir rejenerasyonu ve fonksiyonel iyileşme üzerine tedavi edici etkisi olduğunu gösterdi.Item Kronik obstrüktif akciğer hastalığı bulunan hastaların, pulmoner rehabilitasyon öncesinde ve sonrasında, klinik, transtorasik ekokardiyografik ve kardiyopulmoner test bulgularının karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Fidan, Mehmet; Özdemir, Bülent; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Kardiyoloji Anabilim DalıKronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), kronik respiratuar semptomlar ile karakterize, progresif bir hastalıktır. Pulmoner rehabilitasyon, ciddi akciğer hastalığı olan bireylerin detaylı bir değerlendirmeden sonra egzersiz, eğitim, davranış değişikliği, psikososyal durumu göz önüne alarak oluşturulmuş bireysel tedavi programı olarak tanımlanır. Çalışmamızın amacı, KOAH hastalarında pulmoner rehabilitasyon öncesinde ve sonrasında alan testleri, kardiyopulmoner egzersiz testleri ve ekokardiyografik değerlendirmelerin karşılaştırılmasıdır. Tüm hastalar eş zamanda klinik, laboratuvar ve elektrokardiyografik değerlendirme yapılmıştır. 8 haftalık pulmoner rehabilitasyon programı sonrasında zorlu vital kapasite, difüzyon kapasitesi, inspiratuar vital kapasite, mMRC, BODE indeksi, altı dakika yürüme testi, endurans mekik yürüme testi, artan hızda mekik yürüme testi, dakika kullanılan oksijen miktarı, üretilen karbondioksit miktarında istatiksel olarak anlamlı ilerleme saptandı. Ekokardiyografik ölçümlerde de kardiyak debi ve atım hacmi ölçümleri, sPAB, TAPSE, TAPSE/sPAB ve fraksiyonel alan değişiminde istatiksel olarak anlamlı iyileşme gözlendi. İnvaziv olmayan yöntemlerde kardiyak fonksiyonların ve hemodinamik parametrelerin gözlemlenmesi, hastalığın seyrinde yakın takip açısından önem arz etmektedir. Mortalitesi yüksek olan pulmoner hipertansiyon grubunda da pulmoner rehabilitasyonun etkilerinin devam ettiği gösterilmiştir. Tüm dünyada ve Türkiye’de sıklığı artan, morbiditesi yüksek olan KOAH’ta rehabilitasyon programının önemi ve klinik yararları çalışmamızda vurgulanmıştır.Item İdiyopatik presenil kataraktı olan olgularda korneanın yüzey özellikleri: Korneal topografik ve aberrometrik ölçümlerin aynı yaş grubu sağlıklı olgularla retrospektif olarak karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Hasanova, Shola; Sarı, Esin Söğütlü; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Göz Hastalıkları Anabilim DalıAmaç: İdiyopatik presenil kataraktı olan olgularda korneanın ön ve arka yüzey özelliklerinin korneal topografik ve aberrometrik ölçümler ile değerlendirilmesi ve aynı yaş grubundaki sağlıklı olgular ile karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Aralık 2019 – Kasım 2023 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları polikliniğine başvuran ve presenil (19-45 yaş aralığı) katarakt tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Katarakt ile birlikte herhangi bir oküler ve sistemik hastalığı olan, düzenli ilaç, sigara veya alkol kullanım öyküsü olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Tüm hastalara görme keskinliği, refraksiyon, ön ve arka segmentin değerlendirilmesini içeren tam bir oftalmolojik muayene yapıldı. Hastaların korneal yüzey özellikleri ve korneal aberrometrileri Sirius Topografi Cihazı (CSO, İtalya) ile değerlendirildi. Elde edilen veriler aynı yaş grubundaki sağlıklı gözlerdeki ölçümler ile istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: İdiyopatik presenil katarakt tanılı 19 hastanın 30 gözü (%50,0) ve 19 sağlıklı bireyin 30 gözü (%50,0) olmak üzere toplamda 60 göz çalışmaya dahil edildi. İki grup arasında yaş ve cinsiyet dağılımı istatistiksel olarak benzerdi (p>0,05). Hasta grubunda 19 gözde (63,3%) arka subkapsüler katarakt (ASK), 5 gözde (16,7%) nükleer katarakat (NK) ve 6 gözde (20%) kortikonükleer katarakt (KNK) saptandı. Korneal ön yüzeyde maksimum keratometri, keratometrik astigmatizma ve elevasyon değerleri; arka yüzeyde maksimum keratometri ve elevasyon değerleri hasta grubunda sağlıklı gruba göre daha yüksek bulundu (p<0,05). Korneal aberrometri analizinde ise yüksek sıralı aberasyon, koma, astigmatizma ve pentafoil, hasta grubunda sağlıklı gruba göre daha yüksek bulundu (p<0,05). Grupların kendi içinde yapılan korelasyon analizinde; hasta grubunda yaş ile Z(4,2) astigmatizma II, Z(5,5) pentafoil, aksiyel uzunluk arasında pozitif korelasyon; anterior 3 mm’de dik K, anterior 3 mm’de ortalama K, negatif korelasyon gösterdi. Aksiyel uzunluk ile ise, Z(5,3) trefoil II, Z(5,5) pentafoil arasında pozitif korelasyon, anterior 3 mm’de dik K, anterior 3 mm’de ortalama K arasında negatif korelasyon görüldü. Kontrol grubunda yaş ile sadece Z(4,0) Sferik aberasyon negatif korelasyon göstermiştir. Aksiyel uzunluk ile ise posterior 3 mm zonda düz K ile pozitif, 5 mm zonda total aberasyon, yüksek sıralı aberasyon, Z(2,2) astigmatizma, residual aberasyon Z(3,3) trefoil, anterior 3 mm zonda dik K, anterior 3 mm zonda ortalama K, ön elevasyon ile negatif korelasyon gösterdi. Sonuç: İdiyopatik presenil kataraktlı olguların, aynı yaş sağlıklı bireyler ile karşılaştırıldığında kornea ön yüzeyinin daha dik; ön ve arka elevasyonlarının, korneal yüksek sıralı aberasyonlarının daha fazla olduğu gözlemlenmiştir. İdiyopatik presenil kataraktı olan olgularda görülen korneal yüzey değişikliklerinin ameliyat öncesi hasta değerlendirilmesinde akılda tutulmasının faydalı olacağı kanısındayız.Item Çocuk proksimal femur valgus osteotomisi yapılan hastalarda kalça eklemi uyumunun radyolojik ve fonksiyonel olarak değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kharousha, Nouraldin J. A.; Ermutlu, Cenk; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim DalıÇalışmanın amacı, farklı koşullar için pediatrik hastalarda yapılan proksimal femoral valgus osteotomisi'nin (PFVO) sonuçlarını gözden geçirmektir. Gelişimsel kalça displazisi (GKD), femur baş epifiz kayması (FBEK), Legg-Calvé-Perthes hastalığı ve femur boynu kırıkları gibi çeşitli pediatrik kalça bozukluklarını tedavi etmek için kullanılmaktadır. Ameliyatı daha önce geçirmiş olan hastaları seçerek cerrahi sonuçlarını, hasta dosyalarını, radyolojik değerlendirmelerini ve post-operatif komplikasyonların klinik muayenesini araştırmaktır. Çalışmaya katılan toplam hasta sayısı 22 idi. Takip süresi ortalama 73 ay ve hastalaın yaş ortalaması 15 yaş idi. Preoperatif ve postoperatif radyolojik görüntülerin detaylı değerlendirilmesini takiben Wiberg Açısı (WA), asetabulum keskinlik açısı (AKA), ekstrüzyon indeksi (EI) ve boyun-şaft açısı (BŞA), artikülo-trokantenterik mesafesi (ATM) içerecek şekilde önceden belirlenmişti. Cerrahi prosedürün etkinliğini değerlendirmek için tüm bu sonuçların ortalamaları hesaplanmıştır. BŞA açısında ameliyat öncesi değerlere kıyasla önemli bir artış olduğunu göstermektedir. (p<0.001). WA üzerinde önemli bir etkisi olduğunu ortaya koydu (p=0.015). AK açısında önemli bir azalma olduğunu gösterdi. (p=0.016). ATM’de önemli bir iyileşme olduğunu ve bunun sonucunda kemik hizalamasında ve eklem hareket açıklığında iyileşme olduğunu ortaya koydu (p<0.001). Eİ’de önemli bir değişiklik olmadığını göstermektedir (p=0,072). Sonuç olarak, PFVO'nun çeşitli kalça bozukluklarını başarıyla tedavi ettiğini ve eklem dizilimi, eklem açıları ve eklem stabilitesini iyileştirdiğini göstermiştir.Item Sıçan femur kırık modelinde tiyokolşikosid kullanımının kırık iyileşmesi üzerine etkisinin değerlendirilmesi: Histopatolojik, radyolojik, biyomekanik, deneysel çalışma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Güler, Saltuk Buğra; Durak, Kemal; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim DalıAmaç: Kırık iyileşmesi ve bu süreç etkileyen faktörler üzerinde güncel birçok çalışma yürütülmektedir. Tiyokolşikosid günlük tıbbi pratikte değişik formlarda çok sık kullanılan bir ajandır. Bu çalışmada tiyokolşikosidin kırık iyileşmesi üzerine etkisi ve bunun sonuçlarıyla klinik pratiğimizde yapılacak düzenlemeleri öngörmeyi amaçladık Gereç ve Yöntem: 66 adet rata uygun kırık modeli oluşturulduktan sonra ilk 5 gün uygun dozda inramüsküler tiyokolşikosid enjeksiyonu uygulandı. 1. Hafta erken kırık iyileşmesi dönemini 4. Hafta ise geç kırık iyileşmesi dönemini incelemek için ratlara ötenazi protokolü uygulandı. Tüm ratlar radyoloji incelemeden geçirildi. Erken ve geç grup ayrı ayrı biyomekanik ve histopatolojik olarak kıyaslandı. Sonuçlar analiz edildi. Bulgular: Tiyokolşikosid kullanımı erken ve geç dönemlerde kırık iyileşmesinde radyolojik olarak anlamlı fark elde edilmemiştir. Erken dönem kırık iyileşmesinde histopatolojik olarak anlamlı fark saptanmamışken geç dönem kırık iyileşmesinin tiyokolşikosid enjeksiyon grubunda kırık iyileşmesinin geciktiği gösterilmiştir. Biyomekanik olarak hem erken hem geç dönem kırık iyileşmesinde enjeksiyon yapılan grupta gecikme olduğu gösterilmiştir. Sonuç: NSAİ ilaçların kırık iyileşme döneminde analjezik olarak kullanımdan kaçınılması gerektiği aşikârdır. Çalışmamız sonucunda günlük pratikte tiyokolşikosidin travma hastalarında ve kırık iyileşmesi dönemindeki hastalarda kullanılırken olumsuz etkisinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir.Item Adölesan idiopatik skolyozlu hastalarda LBX1, TIMP2, GPR126 ve CHD7 gen polimorfizmlerinin incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Bilgin, Erkan; Akesen, Burak; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim DalıAmaç: Adölesan İdiopatik Skolyoz (AİS), genellikle başka bir sağlık sorunu olmayan 10-18 yaş arasındaki bireylerde gözlenen omurganın yaygın bir hastalığıdır. Etiyolojisi hala tam olarak aydınlatılamayan bu hastalık için dünyada farklı etnik gruplar arasında gerçekleştirilen birçok genetik çalışma bulunmasına rağmen, skolyoz gelişimine katkıda bulunan spesifik genler henüz kesin olarak tanımlanamamıştır. Bu sebeple çalışmamızda Türk popülasyonunda AİS ile LBX1 (rs11190870, rs625039, rs11598564), TIMP2 (rs8179090), GPR126 (rs6570507) ve CHD7 (rs121434341) gen polimorfizmleri arasında etiyolojik olarak ilişki olup olmadığının araştırılması ve bu hastalarda cinsiyet, yaş, tanı yaşı ve Cobb açısının polimorfizmlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji polikliniğine başvuran 10-18 yaş arasında AİS tanısı almış olan, direkt grafide Cobb açısı 10 derece veya daha fazla olan, herhangi bilinen genetik bir hastalığı bulunmayan ve skolyoz etiyolojisinde rol aldığı bilinen herhangi bir hastalığı bulunmayan 201 hasta ve 10-18 yaş arasında olan, fizik muayene ve/veya görüntülemelerle skolyoz tanısı bulunmayan 100 kontrol olmak üzere toplamda 301 kişi çalışmaya dahil edildi. Çalışmada; AİS’li hastalar ile kontrol grubunda LBX1, TIMP2, GPR126 ve CHD7 gen polimorfizmleri Taqman proplu SNP (single nükleotit polimorfizm) primerler (rs625039, rs11598564, rs6570507, rs121434341, rs11190870, rs8179090) kullanılarak real-time PCR cihazında analiz edildi. Daha sonra DNA dizi analiziyle SNP bölgeleri konfirme edildi. Elde edilen bulgular istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: LBX1 geni rs11190870 polimorfizmi açısından yapılan karşılaştırmada AİS’li hastalar ile kontrol grubu arasında (201/117) istatiksel olarak anlamlı fark tespit edildi (p<0,001). Diğer polimorfizmler açısından istatistiksel olarak anlamlılık bulunamadı. Yine AİS’li hastalardaki LBX1 geni rs11598564 polimorfizmi için cinsiyet açısından karşılaştırma yapıldığında (106/36) kadın cinsiyet lehine anlamlı fark tespit edildi (p=0,029). Diğer polimorfizmler cinsiyet açısından değerlendirildiğinde istatistiksel olarak anlamlılık bulunamadı. Bunun yanında farklı popülasyonlarda yapılan çalışmalarda AİS ile ilişkili bulunan TIMP2 (rs8179090) ve CHD7 (rs121434341) gen polimorfizmleri popülasyonumuzda (tamamı homozigot normal) genetik olarak çeşitlilik göstermedi (p=1). 6 SNP aynı zamanda yaş, tanı yaşı ve Cobb açısı bakımından değerlendirildiğinde istatistiksel olarak fark tespit edilmedi. Sonuç: Türk popülasyonunda LBX1 geni rs11190870 polimorfizminin AİS ile ilişkili olduğu tespit edildi. LBX1 geni rs625039, rs11598564 polimorfizmleri, TIMP2 geni rs8179090 polimorfizmi, CHD7 geni rs121434341 polimorfizmi ve GPR126 geni rs6570507 polimorfizmi ile AİS arasında ilişki tespit edilmedi.Item Diferansiye tiroid karsinomu sebebiyle ameliyat edilen hastalarda multifokalite oranlarının retrospektif olarak incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özen, Ali Vuslat; Gürlüler, Ercüment; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Genel Cerrahi Anabilim DalıPlanlanan tez çalışmasında diferansiye tiroid karsinomlarında cerrahi tedavi seçimi için genel hasta popülasyonumuzun preoperatif süreçteki değerlendirme safhaları ve postoperatif patolojik değerlendirme sonuçları ortaya konmaya çalışılmıştır. Ocak 2011- Ağustos 2023 arasında 18 yaşından büyük, nüks olmayan, aydınlatılmış onam veren, diferansiye tiroid karsinomu sebebiyle ameliyat edilen, diferansiye tiroid karsinomu tespit edilen toplam 596 hastanın demografik verileri ve postoperatif patoloji sonuçları karşılaştırılmıştır. Tümör odağı taraf, boyut ve sayısı, tümör ve varyant tipi, tiroidit varlığı, ekstratiroidal-kapsüler-vasküler invazyon durumu, lenf nodu metastazı oranları değerlendirilmiş, mevcut literatür ile karşılaştırılmıştır. Ayrıca diferansiye tiroid karsinomu varyantlarının merkezimizdeki görülme sıklıkları ve prognostik faktörler ile ilişkileri değerlendirilmiştir. Tanı sonrasında cerrahi tedavi kapsamı tercihiyle hasta popülasyonumuzun ilişkisi aydınlatılmaya çalışılmıştır. Çalışmamızda K/E oranı 3, ortanca tanı yaşı 47’dir. Multifokalite %38,1, agresif varyant papiller karsinom %17,6 lenf nodu metastazı %13,4, kapsül invazyonu %19,1, ekstratiroidal invazyon %17,6, hahimoto tiroiditi %52,7 oranında hastada görülmüştür. Hastaların %88,9’una total tiroidektomi yapılmıştır. Solid tümör, tek taraflı multifokalite, çift taraflı multifokalite oranları ve ilişkili durumları literatür ile uyumlu bulunmuştur. Agresif varyant varlığıyla multifokalitenin, tümör boyutunun, ekstratiroidal invazyonun anlamlı ilişkisi olduğu görülmüştür (sırasıyla p=0,013, p=0,013, p<0,001). Mevcut kılavuzlar ve güncel literatüre göre <1cm ve 1-4cm arası diferansiye tiroid karsinomlarında yüksek risk faktörleri görülmemesi halinde lobektomi uygulanabilir. Çalışmamızın sonuçlarına göre multifokalite ve agresif varyant ilişkileri göz önünde bulundurularak boyutu <1 cm olan tümörlerde de hasta bilgilendirmesi ve onamı sonrasında total tiroidektomi yapılabileceğini önermekteyiz.Item Periampuller adenokarsinom nedeniyle pankreatikoduodenektomi uygulanan hastalarda sarkopeninin postoperatif sonuçlar üzerine etkisi; retrospektif çalışma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Balkan, Eyüp Anıl; Taşar, Pınar; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Genel Cerrahi Anabilim DalıPankreatikoduodonektomi (PD) %50'yi aşan komplikasyon oranlarıyla ilişkilidir. Birçok çalışma sarkopeninin kanser hastalarında kötü prognozla ilişkili olabileceğini öne sürüyor. Sarkopeni psoas kasının L3 düzeyindeki alanı (TPA) ölçülerek değerlendirilir. Ayrıca kasın yoğunluğu (HU=Hounsfield Ünitesi) ölçülür ve TPA ile HU çarpılarak TPA*HU indeksi bulunur. Çalışmamızın amacı; sarkopeninin PD yapılan hastaların sonuçlarına etkisini değerlendirmektir. Daha spesifik olarak TPAİ-HU-TPAI*HU'nun sarkopeniyi derecelendirmek için yeni bir araç olarak değerlendirmektir. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda Ocak 2012 – Mayıs 2023 tarihleri arasında malign nedenlerle PD uygulanmış olan 311 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar sarkopenik olan ve sarkopenik olmayan olarak iki grupta incelendi. Bu iki grup postoperatif komplikasyonlar, hastanede kalış süresi, adjuvan tedaviye başlama süresi ve mortalite açısından karşılaştırılmıştır. TPA’ya göre olan gruplandırmada postoperatif sonuçlarda istatiksel olarak bir fark saptanmadı (p=0,06). HU ve TPAI*HU göre gruplandırmada, sarkopenik hastalarda yoğun bakımda 1 günden fazla yatan hasta sayısı ve postoperatif komplikasyon daha fazla olup, hastanede kalış süresi ve adjuvan tedaviye başlama süresi anlamlı daha uzundu (p<0,05). Aynı zamanda hastane içi ölüm TPAI*HU göre olan gruplandırmada sarkopenik olanlarda daha fazlaydı (p<0,001). Çalışmamızda HU ve TPAI*HU’nın, TPAI’ya göre daha anlamlı sonuçlarının olması gözönüne alındığında, sarkopeniyi değerlendirmek için sadece psoas kasının alanını ölçmenin yeterli olamayabileceği, yoğunluğunun da değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.Item Fournier gangreninde bilgisayarlı tomografinin hastalığın yaygınlık derecesini değerlendirmedeki katkısının retrospektif olarak incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Bağırov, Tural; Işık, Özgen; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Genel Cerrahi Anabilim DalıFournier gangreni (FG) genital, perineal ve perianal bölgelerin nekrotizan fasiitidir. Genellikle, bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda, diyabetik hastalarda ve perianal enfeksiyon varlığında oluşur. FG’nin tedavisi hemodinamik destek, geniş spektrumlu antibiyotik ve nekroze dokuların en erken zamanda cerrahi debridmanıdır. Yeterli debridmanın sağlanabilmesi için hastalık yaygınlığının belirlenmesi önem taşımakta ve tutulum derecesinin saptanması için çeşitli yardımcı görüntüleme tekniklerine başvurulmaktadır. Bilgisayarlı tomografi (BT), FG tanısında diğer tetkiklerle karşılaştırıldığında avantajları ile öne çıkmaktadır. Bu çalışmada Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Genel Cerrahi Klinik ve Yoğun Bakım Ünitesinde 1 Ocak 2010 ile 1 Ocak 2021 tarihleri arasında yatırılıp tedavi edilmiş FG hastalarının preoperatif dönemde hastanemizde çekilen BT görüntüleri hastalığın kliniğini bilmeyen tek bir radyolog tarafından yaygınlık derecesi açısından değerlendirilmiştir. Tespit edilen radyolojik tutulum derecesi ve tespit edilen klinik tutulum derecesine göre toplam 37 hasta 2 gruba ayrılarak karşılaştırılmıştır. Birinci gruba (A grubu) klinik ve radyolojik olarak hastalığın evresi aynı olan 27 hasta, ikinci gruba (B grubu) ise klinik ve radyolojik olarak hastalığın evresi farklı tespit edilen 10 hasta dahil edilmiştir. Hastalar yaş, cinsiyet, semptom başlama süresi, başvuru anında organ yetmezliği varlığı, yatış süresi, yoğun bakım yatış süresi, mekanik ventilator ihtiyacı, Amerikan Anestezi Derneği (American Society of Anaesthesiologists’, ASA) skoru, Fournier Gangreni Şiddet İndeksi (Fournier’s Gangrene Severity Index, FGSI) skoru, Uludağ Fournier Gangreni Şiddet İndeksi (Uludağ Fournier’s Gangrene Severity Index, UFGSI) skoru, Akut Fizyoloji ve Kronik Sağlık Değerlendirmesi II (Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II, APACHE II) skoru, klinik tutulum derecesi, yara kapatma tipi, yandaş hastalıkları, eşlik eden malignite varlığı, kemoterapi ve radyoterapi tedavi öyküsü varlığı, ostomi ihtiyacı, debridman sayısı ve geliştiyse mortalite nedenleri ile birlikte değerlendirilmiştir. Çalışmamızın sonucunda mekanik ventilatörde kalış süresi ve mortal te açısından gruplar karşılaştırıldığında stat st ksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır. Kl n k ve radyolojik olarak hastalığın evresi aynı olan grupta mekanik ventilatorde kalış süresi oralama 0 gün, mortalite oranı ise %18,5 iken, klinik ve radyolojik olarak hastalığın evresi farklı olan grupta mekanik ventilatorde kalış süresi oralama 4 gün (p=0,011), mortalite oranı ise %60 olarak saptanmıştır (p=0,038). BT sonucu ile hastaların bir kısmında yaygınlık evresi değişmiş, bu evrelemenin tedavi planlaması ve prognoz açısından faydalı olacağını düşündürür bulgular saptanmıştır. Bu çalışmanın BT etkisini daha iyi bir şekilde anlamak için ileride yapılacak çok merkezli ve daha fazla hasta içeren çalışmalara katkıda bulunacağı düşünülmektedir.