Sağlık Bilimleri Doktora Tezleri / PhD Dissertations

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/25

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 20 of 531
  • Item
    Broyler yenilebilir iç organlarında Salmonella varlığının ISO 6579-1:2017 ve Salmonella-spesifik real-time PCR ile belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-03) Akgün, Zeyneb; Eyigör, Ayşegül; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Besin Hijyeni ve Teknolojisi Anabilim Dalı; 0009-0002-2280-3555
    Çalışmada, bir kanatlı kesimhanesinde kesilen broylerlere ait sevkiyat öncesi paketlenmiş yenilebilir iç organlardan karaciğer, kalp, dalak (KKD) ve taşlık (T) örneklerinden izole edilen salmonellaların varlığı ve serotipinin belirlenmesi amacıyla sırasıyla uluslararası referans metot olan revize ISO 6579:2017-1 ve ISO 6579:2014-3 kullanımı yanı sıra metot etkinliğinin Salmonella-spesifik real-time PCR (Salm-PCR) ve S. Enteritidis ve S. Typhimurium spesifik r-PCR (SE/ST-PCR) ile doğrulanarak değerlendirilmesi amaçlandı. Bunun için, 30 KKD ile 30 T olmak üzere toplamda 60 örnek Salmonella varlığı yönünden ISO 6579:2017-1 ile analiz edildi. Tür ve SE/ST serovar doğrulaması sırasıyla Salm-PCR ve SE/ST-PCR ile, SE/ST-PCR ile konvansiyonel serotiplendirme arasındaki uyum ise ISO 16140- 6:2019 değerlendirildi. Tüm KKD (%100,00-30/30) ve %90,00 T (27/30) örneğinin Salmonella taşıdığı, genel prevalansın %95,00 (57/60) olduğu bulunurken Salm-PCR ile izolatların tümünün (%100) Salmonella olduğu doğrulandı. Konvansiyonel serotiplendirme ile broyler yenilebilir iç organlarında en yüksek düzeyde bulunan serovarın S. Virchow (%80,70-46/57), bunu %19,30 (11/57) ile S. Enteritidis’in izlediği tespit edildi. Konvansiyonel serotiplendirmenin S. Enteritidis olarak saptadığı bir T izolatı, SE/ST-PCR ile tespit edimedi (%17,54-10/57). Yüksek rölatif doğruluk (%98,25), duyarlılık (%100,00) ve özgünlük (%100,00) değerleri ile yöntemler arasındaki yüksek uyum (κ: 0,94), SE/ST-PCR’ın, SE/ST deteksiyonunda konvansiyonel serotiplendirmeye alternatif olarak kullanılabileceğini gösterdi. Kesimhane kaynaklı broyler yenilebilir iç organlarında tespit edilen yüksek Salmonella prevalansının, bu patojeni ilk kez en yüksek duyarlılık ve özgünlükle tespit edebilen uluslararası referans bakteriyolojik metot ile belirlendiği çalışma verileri, orijinal nitelikte olup halk sağlığı yönünden önem arz etmektedir. Ayrıca, dominant serovar olarak S. Virchow’un bulunması, S. Enteritidis’in nispeten düşük prevalansta olup örneklerin hiçbirinde S. Typhimurium’a rastlanılmaması, kanatlı endüstrisinde sirküle eden güncel serovar bilgisi açısından ulusal/uluslararası literatüre ve mevzuata tarafsız veri oluşturacağı düşünülmektedir.
  • Item
    Yaban hayvanı üretim istasyonunda yetiştirilen Arap Kum Ceylanı (Gazella Marica) yavrularında bazı bireysel, sosyal ve beslenme davranışları
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-28) Uztemur, Adil; Orman, Abdülkadir; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Zootekni Anabilim Dalı; 0000-0003-4866-2663
    Bu çalışmada yaban hayvanı üretim istasyonunda yetiştirilen ceylan yavrularıyla doğada serbest halde yaşayan ceylan yavrularında yapılmış olan çalışmalar arasındaki beslenme ve davranış ilişkilerindeki benzerlikler ile farklılıklar araştırılmıştır. Çalışmada el dürbünü, teleskop, dijital kamera, cep telefonu ve kronometre kullanılmıştır. Odak Hayvan Örnekleme Metoduyla Mayıs 15-31tarihinden Ağustos 1-31 tarihleri de dâhil olmak üzere toplam 401 saat ceylan yavruları gözlemlenmiş ve davranışları kaydedilmiştir. Her davranış için farklı sayıda yavrular üzerinden gözlem yapılmıştır. Sonuçlara göre tekil doğan yavruların ortalama emme süresi ikiz doğan yavruların ortalama emme süresinden düşük bulunmuştur (P<0,05). Kısa emzirmeler arasındaki aralıklar Mayıs 15-31 tarihinde minimum ve her iki haftada bir yoğun şekilde arttığı ve yaban hayatındaki ceylan yavrularıyla benzer olduğu bulunmuştur (P<0,001). Ancak tarihler arası detaylı incelendiğinde farklılıklar mevcuttur. Yataklık tercihi ile vücudun bir tarafına yatma süresi bakımından karşılaştırıldığında aralarında anlamlı farklar vardır (P<0,005). Üretim istasyonundaki ceylan yavruları yabanıl ceylan yavrularından yataklık tercihlerine göre yatma süreleri daha uzun bulunmuştur. Erişkin erkekler en fazla yavrulara karşı agresif davranışlarda bulunmuştur. Bunlar sırasıyla tos vurma, kovalama-takip, kafa-alın tehdidi ve kafa hareketleridir (P<0,05). Yabanıl ceylanlarda ise en fazla agresif davranışları yavrulara erişkin dişiler göstermiştir (P<0,001). Yavru ceylanlar en seyrek Mayıs 15-31 tarihinde otlamıştır. En sık olarak da Ağustos 1-31 tarihleri arasında otlamıştır (P<0,05). Üretim istasyonundaki ceylan yavruları yonca yemlikleri başında harcadıkları süre arpa yemlikleri başında harcadıkları süreye göre ortalama 7,3 dakika daha fazla olduğu tespit edilmiştir (P<0,05).Sonuç olarak her davranıştaki farklılıkların en aza indirilmesi için incelenen davranışlarda gerekli düzenlemeler yapılarak ceylanların doğal ortamlarına salındıkları sırada doğaya uyum sağlamaları ve çoğalmalarını kolaylaştıracaktır.
  • Item
    Kuru köpek maması üretiminde lif kaynağı olarak farklı meyvelerin kullanılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-22) Şimşek, Nuray; Deniz, Gülay; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Hayvan Besleme ve Beslenme Hastalıkları Anabilim Dalı; 0009-0007-1369-5429
    Bu çalışma; kuru köpek mamalarında lif kaynağı olarak farklı meyvelerin kullanılmasının, besin madde sindirilebilirliği, kolon uçucu yağ asitleri (UYA) düzeyi, dışkı kalitesi ve mamanın lezzeti üzerindeki etkilerini araştırmak amacıyla yapılmıştır. Araştırmada; 18 adet yetişkin Golden Retriever ırkı köpek kullanılmış ve her biri 6’şaradet köpek içeren 3 grup oluşturulmuştur. Kontrol grubunun mamasında lif kaynağı olarak buğday kepeği kullanılırken, Deneme 1 ve Deneme 2 gruplarının mamalarında sırasıyla; % 1 düzeyinde elma kurusu (EK) ve % 1 düzeyinde Trabzon hurma kurusu(HK) kullanılmıştır. Araştırmanın sonunda; grupların kuru madde (KM), organik madde (OM), ham yağ (HY), ham selüloz (HS) ve ham protein (HP) sindirilebilirlikleri arasında önemli bir farklılık gözlenmemiştir (p>0,05). EK ve HK gruplarının dışkı KM değerleri arasında fark gözlenmemiş, ancak kontrol grubunun dışkı KM değeri bu iki gruptan önemli düzeyde daha düşük bulunmuştur (p<0,05). Dışkı miktarları bakımından en yüksek değer kontrol grubuna ait iken, en düşük dışkı skoru yine kontrol grubunda gözlenmiştir. EK ve HK gruplarının 12, 24 ve 48. saatlerdeki toplam kısa zincirli yağ asidi(KZYA) değerleri benzer, ancak kontrol grubundan daha yüksek bulunmuştur. Araştırmada belirlenen in vitro organik madde sindirilebilirliği (IVOMS); 12. saat için HK grubunda kontrol grubundan daha yüksek iken (p=0,017), EK ve kontrol grubu benzer bulunmuştur. HK grubunun 24 (p= 0,002) ve 48. (p= 0,001) saatlerdeki IVOMS değerinin, EK ve kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu gözlenmiştir. EK ve HK içeren mamalar, kontrol mamasına göre (p<0,05), EK içeren mama ise HK ilave edilen mamaya göre köpekler tarafından daha fazla tercih edilmiştir (p=0,038).
  • Item
    Enerji metabolizmasında rol oynayan hipotolamik nöropeptitler Nesfatin-1, Oreksin A, speksin ve phoenixin’in insan glioblastoma ve nöroblastoma hücreleri üzerindeki etkilerinin in vitro olarak araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-16) Oy, Ceren; Minbay, Fatma Zehra; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı; 0000-0002-2828-1196
    Glioblastoma, yüksek mortalitesi ile erişkinde gözlenen en kötü huylu beyin tümörüdür. Nöroblastoma ise en yaygın pediatrik solid tümördür, çocukluk çağı kanserine bağlı ölümlerin %15'ini oluşturur. Enerji metabolizması ile yakından ilişkili olduğu bilinen dört farklı peptitin (nesfatin- 1, oreksin-A, speksin ve phoeniksin) nöroblastoma üzerinde, speksin ve phoeniksinin ise glioblastoma ve nöroblastoma dahil kanser hücrelerinde etkilerini gösteren bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmada dört farklı nöropeptitin glioblastoma ve nöroblastoma hücreleri üzerindeki etkilerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla, oreksin-A, speksin ve phoeniksin peptitlerinin 1 nM-1 μM,nesfatin-1 peptidinin 1 nM-100 nM aralığındaki dozlarının insan glioblastoma (U373-MG ve U87-MG) ve nöroblastoma (SH-SY5Y) hücre canlılığı üzerindeki etkileriCCK8 testi ile araştırılmıştır. Speksin ve phoeniksin peptitlerinin hücre migrasyonu, koloni oluşumu, hücre proliferasyonu üzerine etkileri sırasıyla, yara iyileşmesi, koloniformasyonu testi, Ki-67 immünfloresans yöntemi ile; apoptoz, invazyon, otofaji yolağıüzerindeki etkileri ise western blot yöntemi ile araştırılmıştır. Düşük dozlarda nesfatin-1, oreksin-A, speksin, phoeniksin nöropeptitlerinin glioblastoma ve nöroblastoma hücre canlılığı üzerinde farklı yönde etkilerigösterilmiştir. Speksin ve phoeniksinin nöroblastoma ve glioblastoma hücrelerinde apoptoz, otofaji, tümör baskılayacılar, invazyon belirteçleri ve hücre proliferasyonu üzerinde çeşitli etkileri belirlenmiştir. Speksin U373-MG glioblastoma hücrelerinde kesilmiş kaspaz 3 ve 9, PTEN, p53, beklin 1 ekspresyonlarını arttırmış, MMP19 ekspresyonunu ve hücre proliferasyonunu azaltmıştır. Phoeniksin SH-SY5Yhücrelerinde tümör baskılayıcıların ekspresyonunu tetikleyerek nöroblastom hücrelerinde koloni oluşumunu azaltmış apoptoz ve otofajiyi tetiklemiştir. U87-MGglioblastoma hücrelerinde ise apoptozu tetikleyerek koloni oluşumunu azaltmıştır. Sonuçlarımız özellikle speksinin daha yüksek dozlarda kullanıldığında U373-MG glioblastoma hücreleri üzerinde etkili bir antikanserojen ajan olabileceğini düşündürmektedir. Bu çalışma speksin ve phoeniksin peptitlerinin iki farklı sinirsistemi tümörünün progresyonu üzerindeki etkilerine ve bu tümörlerde kanser sağaltımı veya prognozu ile ilişkilerine ışık tutan ilk çalışma olarak literatüre önemli bir katkı sağlayacaktır.
  • Item
    Koyunlarda in vitro oosit maturasyonu sırasında uygulanan melatonin hormonunun sıcaklık stresi üzerine etkisinin tüm genom ekspresyonu düzeyinde araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-28) Aktar, Ahmet; Alçay, Selim; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Dölerme ve Suni Tohumlama Anabilim Dalı; 0000-0002-2975-2594
    Çalışmada koyunlarda in vitro maturasyon sırasında uygulanan melatonin hormonunun sıcaklık stresi üzerine etkisinin embriyonik gelişim ve tüm genomekspresyon düzeyinde araştırılması amaçlanmıştır. In vitro embriyo (IVF) üretim aşamlarından en kritik noktalardan birisi de invitro maturasyon aşamasında oositlerin mature olma oranlarıdır. Bu aşamada meydana gelen streslere bağlı olarak reaktif oksijenlerin artması hücrelerde hasarlara sebep olmaktadır. Melatonin hormonunun sıcaklık stresine karşı koyun oositlerinde meydana gelen embriyonik gelişim ve morfolojisi üzerine etkisi, maturasyon ilişkili genlerine kspresyon seviyeleri değerlendirildi. Maturasyon medyumu içerisine farklı sıcaklıklarda 10-7 M melatonin hormunu ilave edildi. Mezbahada kesilen koyunların ovaryumlarından oositler elde edildi. Uygun şartlar altında laboratuvar ortamında hazırlanan solüsyonlar ile inkübasyon işlemleri gerçekleştirildi. Embriyonik gelişim aşamaları bölünme, marula, blastosit aşamaları olarak değerlendirildi. Bölünme oranları kıyaslandığında en yüksek oran G39M, en düşük değer G41 elde edildi ve istatiksel olarak anlamlı bir fark vardır (P<0,05). Morula oranlarında ise en yüksek değer G39M gözlenirken en düşük değer G41 elde edildi (P<0,05). Elde edilen blastosist oranları en iyi G39M de elde edildi. Buna göre melatonin sıcaklık stresindebölünme ve marula aşamasında etki gösterirken blastosit aşamasında anlamlı ölçüde azalma oldu. (P<0,05)Melatoninin maturasyon aşamasında oositler üzerine çeşitli gen ekspresyonlarında tüm deney gruplarında olan anti apoptatik gen düzeyleri (BAX,Bcl2), kumulus ve sitoplazmik olgunlaşma (PTX3, HAS2, EGFR, FSHR, LHR), mitokondiryal fonksiyonlar etkisi incelendiğinde, apoptoz faktörleri, olgunlaşma ve mitokondriyal fonksiyonlar (SIRT1, AKT2, Polg2) üzerinde artma ve azalma gözlemlendi. Sonuçların istatiksel analiz sonucunda gen ekspresyonları anlamlı olarak çıktı (P>0,05). Bu çalışmada melatoninin in vitro maturasyon medyumuna ilave edilmesinin önemi ortaya çıkmış ve kullanılan konsantrasyonların embriyonik gelişimde etkili rol oynadığı kanısına varıldı.
  • Item
    Broyler kesim aşamalarından farklı örnekleme metotları ile alınan karkaslarda Salmonella spp., Salmonella Enteritidis ve Salmonella Typhimurium prevalansının ISO 6579-1:2017 ve real-time PCR ile belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-04-18) Coşkun, Ahmet Gökhan; Temelli, Seran; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Besin Hijyeni ve Teknolojisi Anabilim Dalı; 0000-0002-5181-7577
    Çalışmada, broyler kesimhanesinde farklı örnekleme metotları ile çeşitli örnekleme yerlerinden alınan karkas örneklerinde, Salmonella spp., S. Enteritidis ve S. Typhimurium varlığının belirlenmesi ve örnekleme metotlarının etkinliğinin karşılaştırılması amaçlandı. Ağustos 2021-Ocak 2022 arasında, Bursa’da bir kanatlı işletmesinde boyun derisi eksizyonu, bütün karkas yıkama ve surfaktan ilave edilmiş bütün karkas yıkama metotları kullanılarak kesimin farklı kontaminasyon düzeylerindeki tüy yolumu sonrası, iç organ çıkartma sonrası ve soğutma sonrası aşamalarından örneklemeyapıldı. Her bir örnekleme yerinden 14 birim, her bir örnekleme metodundan 42 birim olmak üzere toplam 126 birim örnek alındı. Salmonella spp. varlığının belirlenmesi için EN/ISO 6579-1:2017 metodu uygulanırken, elde edilen izolatların doğrulanmasında Salmonella spesifik real-time PCR (Salm-rPCR) analizi uygulandı. Salmonellaların serotiplendirilmesi, EN/ISO 6579-3:2014 metoduna göre yapıldı. Ayrıca S. Enteritidis ve S. Typhimurium varlığının belirlenmesi amacıyla, bu serovarlara spesifik rPCR (SE/ST-rPCR) analizi uygulandı. Örneklerin %83,33 (105/126)’ünün Salmonella spp. taşıdığı belirlendi ve tüm izolatlar Salm-rPCR analizi ile doğrulandı. Salmonella’nın tespiti yönünden etkinliği karşılaştırılan örnekleme metotları arasında istatistiksel olarak önemli bir farkın olmadığı, örnekleme yerleri arasındaki farkın ise önemli (p<0,05) bulunduğu saptandı. Serotiplendirme ile izolatların hiçbirinin S. Enteritidis ve S. Typhimurium olmadığı, yapılan SE/ST-rPCR analizi ile doğrulandı. En yaygın serovarın Virchow (%82,86) olduğu bunu Schwarzengrund (%14,29) ve Bredeney (%0,95) serovarlarının izlediği tespit edildi. Broyler kesim aşamalarındaki Salmonella spp. ve serovarlarının EN/ISO’nun ilgili güncel standartları kullanılarak belirlenmesinin ilk kez örnekleme metotlarının karşılaştırılması ile birlikte yapıldığı bu çalışma, literatüre ve kanatlı sektörüne güncel ve orijinal veri katkısı sağladı. Ayrıca, broylerlerin SE/ST’den farklı olarak, Virchow ve Schwarzengrund patojen Salmonella serovarlarının asemptomatik taşıyıcısı olduğu belirlendi.
  • Item
    Köpeklerde görülen transmissible venereal tümör olgularında kemoterapi protokolüne eklenen propolisin etkileri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-12) Usta, Hikmet Aysın; Oruç, Hasan Hüseyin; Nak, Deniz; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Farmakoloji ve Toksikolojisi Anabilim Dalı; 0000-0002-6075-5814
    Transmissible venereal tümör (TVT), dişi ve erkek köpeklerde görülen, genellikle çiftleşmeyle bulaşan bir tümördür. Bu çalışmada, vinkristin sülfat ile standart medikal tedavi (intravenöz yolla 0,025 mg/kg, haftada bir) alan TVT’li köpeklerde, farklı yollarla propolisuygulamasının, iyileşme süresi, bazı karaciğer enzim düzeyleri ve kanparametrelerine etkisinin incelenmesi amaçlandı. Çalışmaya 24 TVT’li köpek (9erkek, 15 dişi), ırk ve yaş gözetmeksizin dahil edildi. Çalışma, kontrol (n=6, sadece vinkristin sülfat), oral (n=7, vinkristin sülfat+ ham propolis 100 mg/kg, günde bir),lokal [n=5, vinkristin sülfat+ ham propolis 100 mg/ml (70 mg reçine/ml), günde bir, sprey] ve oral+lokal [n=6, vinkristin sülfat + ham propolis 100 mg/kg, günde bir, oral+ham propolis 100 mg/ml (70 mg reçine/ml) günde bir, lokal, sprey] olarak dörtgruba ayrılarak yapıldı. Her hafta, klinik kontrolden sonra smear ve kan alındı. Diff-quick boyama testi ile boyama ve histopatolojik inceleme yapıldı. Beyaz kanhücreleri, bunlardan nötrofil, lenfosit, monosit ve eozinofil ile hemoglobin, hematokrit ve platelet, alanin aminotransferaz, aspartat aminotransferaz, alkalenfosfataz, gama glutamil transferaz ve laktat dehidrojenaz tedavi başlangıcında vesonrasında ölçüldü. Ortalama iyileşme süresi kontrol grubu için 5,00; oral grup için 4,42; lokal grup için 3,60 ve oral+lokal grup için 4,16 hafta olarak tespit edildi. İstatistiki olarak fark bulunmamakla birlikte propolis ilave edilen tüm gruplarda iyileşme süresinindaha kısa olduğu görüldü. Propolisin dozu düşük kalmış olabilir veya propolis TVT’ye yeterince etkili olmayabilir. Tüm gruplarda, tedavi gören köpeklerin bir kısmında nötrofili, nötropeni, lökositoz ve lökopeni tespit edildi. Kontrol ve deneygrubu köpeklerin karaciğer enzim düzeylerinin referans değer aralığında olduğugörüldü ve vinkristin sülfatın hepatotoksisiteye neden olmadığı kanısına varıldı.
  • Item
    Kedi ve köpeklerde Salmonella taşıyıcılık oranı ve antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-30) Yıldız, Merve; Demirbilek, Serpil Kahya; Bursa Uludağ Üniversitesi::Enstitüler::Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Mikrobiyolojisi Anabilim Dalı; 0000-0003-2883-2338
    Salmonelloz gıda kaynaklı zoonotik bir hastalık olarak kabul edilmesine rağmen, evcil hayvanlar sahipleriyle yakın temas halinde olmaları nedeniyle antimikrobiyal dirençli Salmonella bakterilerinin insanlara yayılmasında önemli bir rol oynayabilirler. Bu çalışmanın amacı, Türkiye'deki evcil kedi ve köpeklerde Salmonella prevalansını, risk faktörlerini, bazı virülans faktörlerini, serotiplerini ve antimikrobiyal direnç profillerini belirlemek ve halk sağlığı riskini değerlendirmek ve ayrıca, Salmonella-pozitif ve Salmonella-negatif hayvanların bağırsaklarındaki laktik asit bakterilerinin(LAB) makroskopik karşılaştırmasını yapmaktır. Üç yüz kırk sekiz rektal sürüntüörneğinde Salmonella'nın tanımlanmasında; Uluslararası Standartlar Örgütü (ISO) 6579-1:2017 ve Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) yöntemleri olmak üzere 2 kültür yöntemi etkinliği karşılaştırılmıştır. Elde edilen Salmonella’ların identifikasyonu BD Phoenixotomatize sistemi ve 16S rDNA gen analizi ile gerçekleştirilmiştir. Pozitif izolatlarWhite-Kauffmann-Le Minor şemasına göre lam aglütinasyon yöntemi kullanılarak serotiplendirilmiş ve bazı virülans genlerinin (invA ve stn) varlığı polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile değerlendirilmiştir. Antimikrobiyal aktivite, Kirby-Bauer diskdifüzyon yöntemiyle, Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) kılavuzlarına göre test edilmiştir. Salmonella prevalansı köpeklerde %5,73 (9/157) ve kedilerde %0,0 (0/191) olarak bulunmuştur. Sekiz (8/9) izolat ISO yöntemiyle ve 5 (5/9) izolat FDA yöntemiyle kültüre edilebilmiştir. Makroskopik sonuçlar Salmonella etkenlerinin bağırsaklardaki LAB üzerinde herhangi bir etkisi olmadığını ortaya koymuştur. Üç farklı Salmonella serotipi tespit edilmiş ve tüm izolatlar virülans genleri açısındanpozitif bulunmuştur. Antibiyotik direnç profili, izolatların %11,1'inin MDR (Multidrug resistance) olduğunu ve en yüksek direncin siprofloksasin için bulunduğunu göstermiştir. Köpek izolatlarında MDR dirençli S. Virchow ve karbapenem dirençli S. Enteritidis tespit edilmiştir. Çiğ et tüketimi ile Salmonellataşıyıcılığı arasında ilişki anlamlı bulunmuştur (p<0.01). Çalışma sonucunda, köpeklerin Salmonella enfeksiyonunun potansiyel taşıyıcıları olabileceği sonucuna varılmıştır. Salmonella' nın ishalli köpekler yerine sağlıklı köpeklerden izole edilmesi, asemptomatik taşıyıcılığa dikkat çekmiştir. Zoonotik Salmonella izolatları arasında direncin ortaya çıkması halk sağlığı için de salmonellozun önemli bir tehdit olduğunu ortaya çıkarmıştır.
  • Item
    Siyah alaca sütçü düvelerde serum anti müllerin hormon (AMH) serum laktat, akut faz proteinleri, pro/anti-inflamatuar sitokin düzeyleri ile akut septik metritis oluşumu arasındaki ilişkilerin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-26) Avcılar, Talha; Nak, Yavuz; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Doğum ve Jinekolojisi Anabilim Dalı; 0000-0001-7034-9644
    Bu çalışmanın amacı, holştayn ırkı düvelerde AMH, laktat, akut faz proteinleri(AFP), pro/anti-inflamatuar sitokinler gibi biyokimyasal parametrelerin kan serumu düzeyleri ile akut septik metritis (ASM) oluşumu arasında bir ilişki olup olmadığını belirlemektir. Ayrıca bu parametrelerin infertilitenin önemli bir nedeni olan metritislerin önceden belirlenmesinde erken tarama biyobelirteçleri olarak kullanılıp kullanılmayacağını araştırmaktır. Bu amaca yönelik olarak 11-13 aylık yaşında gebe olmayan 250 adet siyah alaca düveden AMH ölçümü için kan serumu örnekleri alındıve düveler gebe bırakıldı, doğum öncesi 8. (DÖ-8) ve 4. (DÖ-4) haftalarda akut fazproteinleri, laktat ve pro/anti-inflamatuar sitokinleri belirlemek için kan serumu örnekleri toplandı. Postpartum (pp) ASM’li [Grup ASM (n=15)] ve sağlıklı [Grup K(n=15)] hayvanlar belirlenerek kan örnekleri alındı. Yapılan biyokimyasal analizler sonucu Grup ASM’nin AMH değerlerinin Grup K’ya göre daha düşük olduğu belirlendi (P: 0,044). AMH değeri için ROC analizi yapıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir cutoff değeri tespit edildi. Grup ASM’nin (DÖ-8)’deki kan serumu IL-6 veSAA değerlerinin Grup K’dan daha yüksek olduğu belirlendi (p <0,001, p: 0,001). Grup ASM’nin (DÖ-4)’deki IL-6, IL-10, TNF-α, SAA düzeylerinin daha yüksek olduğu gözlemlendi (p <0,001, p <0,001, p <0,001, p <0,001). Tanı anında da Grup ASM’nin IL-6, IL-8, IL-10, TNF-α, SAA ve Hp düzeylerinin önemli derecede yüksek olduğu belirlendi. Sonuç olarak postpartum dönemde ASM gibi yangısal süreçlerin önceden tanısında AMH’nın çok erken bir biyobelirteç olarak kullanılabilme kapasitesine sahip olabileceği kanısına varıldı. Ayrıca, DÖ-8’de, IL-6 ve SAA’ın, DÖ-4’te ise IL-6, IL-10, TNF-α, SAA’ın ASM gibi postpartum yangısal süreçlerin erken tanısı açısından prognostik bir değer taşıdıkları değerlendi.
  • Item
    Hemodiyaliz sırasında uygulanan sanat terapinin diyaliz semptomları ve spiritüel iyilik haline etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Kahraman, Beyza Nur; Pehlivan, Seda; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Hemşirelik Anabilim Dalı; 0000-0003-0604-7996
    Araştırmanın amacı; hemodiyaliz sırasında uygulanan sanat terapinin diyaliz semptomları ve spiritüel iyilik haline etkisini incelemektir. Bu araştırma, Kütahya Sağlık Bilimleri Üniversitesi Evliya Çelebi Eğitim ve Araştırma Hastanesi diyaliz ünitelerinde hemodiyaliz alan, araştırmaya katılmaya gönüllü olan 60 hasta ile yapıldı. Araştırmacılar tarafından hazırlanan, hastanın sosyodemografik özelliklerini içeren 12 sorudan oluşan Hasta Tanıtım Formu, Diyaliz Semptom İndeksi ve Spiritüel İyilik Hali ölçeği kullanıldı. Hastalar kontrol grubu ve uygulama grubu olarak rastgele örneklem seçimiyle 2’ye ayrıldı. Diyaliz esnasında kontrol grubuna herhangi bir işlem yapılmazken, deney grubuna sanat terapi uygulandı. Sanat terapi uygulaması, diyaliz sırasında resim boyama ve resim yapma şeklinde 4 hafta boyunca uygulandı. Araştırmanın verileri, çalışmanın başlangıcında (hafta 0), uygulamaların bitiminde (hafta 4) ve uygulamanın bitiminden 4 hafta sonra (hafta 8) toplandı. Veriler SPSS 21.0 kullanılarak analiz edildi ve p<0,05 anlamlı kabul edildi. Deney grubunun Hafta 0 ve Hafta 4 Diyaliz Semptom İndeksi puanları istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermektedir (p<0,001). Deney kontrol gruplarına göre Hafta 0, Hafta 4 ve Hafta 8 Spiritüel İyilik Hali Ölçeği Puanı istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde farklılık göstermektedir (p<0,05). Bulgular göz önüne alındığında sanat terapi uygulamasının diyaliz semptomlarını azalttığı, kişiyi ruhen ve bedenen olumlu yönde etkilediği sonucuna varıldı. Hastanelerde hemodiyaliz alan hastalara tedavi, sırasında çalışmamızda uyguladığımız resim boyama tekniğine benzer uygulamalar (çini boyama, ebru sanatı, müzik terapi) yapılması desteklenmelidir.
  • Item
    Trakeostomili hastaların bakım vericilerine trakeal aspirasyon uygulamasının öğretilmesinde similasyon maketi ve mobil uygulamanın etkinliğinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-01-24) Alakan, Yeliz Şapulu; Akansel, Neriman; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Hemşirelik Anabilim Dalı; 0000-0003-4140-7141
    Bu çalışma, taburculuk öncesi dönemde mobil destekli bir uygulama ve simülasyon temelli eğitim yöntemleri ile verilen trakeostomiden aspirasyon eğitimlerinin hastaların bakım vericilerinin uygulamaya ilişkin bilgi ve becerilerine etkisini belirlemeyi amaçlamaktadır. Çalışma ön test-son test kontrol gruplu tam deneysel bir araştırma olarak planlandı. Araştırmanın örneklemine trakeostomi ve trakeotomili hastaların primer bakım vericileri dahil edildi (toplam 66 katılımcı). Katılımcılar blok randomizasyon ile “simülasyon grubu”, “mobil öğretim grubu” ve“ kontrol grubu” olmak üzere gruplara atandı. Verilerin toplanmasında “Tanıtıcı Bilgiler Formu”, “Trakeostomi Aspirasyonu Bilgi Değerlendirme Formu”, “Trakeostomi Aspirasyonu Beceri Değerlendirme Formu”, “Verilen Eğitimi Değerlendirme Formu” ve “Sonuç Değerlendirme Formları” kullanıldı. Veriler araştırmacı tarafından eğitimlerden hemen sonra yüz yüze görüşme yöntemi ile eğitimden sonra 30. günde telefon görüşmeleri ve aspirasyon işlem videolarının değerlendirilmesi ile toplandı. Araştırmadan elde edilen veriler, IBM SPSS Statistics23 programı kullanılarak analiz edildi. Gruplar arasında memnuniyet, bilgi, beceri vesonuç değerlendirme puan ortalamalarındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlendi (p=0,000). Katılımcıların eğitim değerlendirme puanları en yüksekten en düşük olana doğru sıralandığında, en yüksek puanın simülasyon eğitimi verilen grubaait olduğu, bunu mobil öğretim yöntemi ile eğitim veren grubun izlediği ve en düşük değerlendirme puanının kontrol grubundaki katılımcılara ait olduğu belirlendi. Bilgi ve beceri puanlarında ölçüm zamanları arasındaki değişim analiz edildiğinde, eğitim sonrası 30. gün izlem puanlarının, eğitimden hemen sonraki ölçüm puanlarından yüksek olduğu görüldü. Trakeostomi aspirasyonu eğitiminin simülasyon maketi kullanılarak verilmesinin mobil uygulamadan daha etkili olduğu görüldü. Simülasyon eğitiminin diğer yöntemlere göre en etkili eğitim yöntemi olduğu, araştırmamız kapsamında geliştirilen mobil destekli uygulamanın trakeostomiden aspirasyon uygulamasını öğretmede hasta yakınlarının ihtiyacına cevap verebilecek nitelikte olduğu belirlendi.
  • Item
    Bilgisayar temelli oyunun çocuklarda kabızlık yönetimine etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-10) Atak, Meryem; Özyazıcıoğlu, Nurcan; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Hemşirelik Anabilim Dalı; 0000-0002-8387-9959
    Çocuklarda fonksiyonel kabızlık tedavisinde ilk adım farmakolojik olmayan yöntemlerdir. Bu yöntemler diyet önerileri, sıvı alımı, fiziksel aktivite ve oğru tuvalet alışkanlığı kazandırmaya yönelik tavsiyeler gibi eğitim ve davranış değişikliğini içerir. Bu çalışma, 5- 8 yaş arasında kabızlık tanısı alan çocuklarda bilgisayar temelli oyununun kabızlık yönetiminde dışkılama sayısı ve tipi, fiziksel aktivite, diyet lif alımı ve sıvı alımına etkisini değerlendirmek amacıyla, randomize kontrollü olarak yapılmıştır. Çalışmanın evrenini, Şubat 2021- Mart 2024 tarihleri arasında bir devlet hastanesinin Çocuk Gastroenteroloji polikliniğine gelen ve 5-8 yaş grubu kabızlık tanısı alan hastalar oluşturdu. Çalışmanın örneklemini ise örneklem seçim kriterlerine uyan ve araştırmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 23 müdahale, 23 kontrol grubu olmak üzere 46 çocuk oluşturdu. Her iki grupta bulunan çocukların anneleri çocuklarının 6 hafta boyunca yedikleri, içtikleri ve orta- şiddetli egzersiz sürelerini kayıt altına aldı. Her iki gruba da kabızlık eğitim broşürü verildi. Müdahale grubuna atanan çocuklar bilgisayar temelli oluşturulmuş oyunu oynadılar. Bilgisayar temelli oyun müdahalesinin kabızlığı olan çocuklarda dışkılama sayısı ve tipi, diyet lif alımı ve sıvı alımına istatistiksel olarak anlamlı derecede etkisi bulundu (p<0,05). Fiziksel aktivite süresinde anlamlı bir fark bulunmadı. Kabızlığı olan çocuklarda bilgisayar temelli oyun müdahalesi çocuklarda sağlık eğitiminde alternatif bir araç olabilir. Pediatri hemşireleri sağlık eğitimlerinde bilgisayar temelli oyun yaklaşımını kullanabilir.
  • Item
    Akdeniz diyeti eğitiminin hipertansif hastaların kan basıncı düzeyi ve yaşam kalitesine etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-11) Bayram, Rıdvan; Yıldız, Hicran; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Hemşirelik Anabilim Dalı; 0000-0003-1467-5255
    Deneysel nitelikteki randomize kontrollü çalışma, Akdeniz diyeti eğitiminin hipertansif hastaların kan basıncı düzeyi ve yaşam kalitesine etkisinin değerlendirlmesi amacıya yapıldı. Çalışmada örneklem sayısı güç analizi ile belirlendi(n=70). Dahil edilme kriterlerini karşılayan hastalar basit randomizasyon tekniği iledeney (n=35) ve kontrol (n=35) gruplarına atandı. Çalışmada, veriler Genel Bilgi Formu, Fiziksel Aktivite Anketi, Algılanan Stres Ölçeği, SF-36 Yaşam Kalitesi Ölçeği ve Akdeniz Diyeti Bağlılık Ölçeği kullanılarak toplandı. Her iki gruba da 0., 1.ve 3.aylarda anket formları uygulandı ve kan basıncı ölçüldü. Müdahale grubuna ilk uygulama eğitim öncesi yapıldı. Verilerin değerlendirilmesinde; yüzdelikler, ortalamalar, bağımsız t testi, Pearson ki-kare testi, Yates ki-kare testi, tekrarlı ölçümlerde varyans analizi (ANNOVA), Pearson korelasyon testi ve Bonferroni testi kullanıldı. Yaş ortalamaları 48,11±8,56 olan hastaların %65,7’si kadındı. Hastaların HT tanı süresi 7,24±4,96 yıldı. Hastaların sistolik kan basıncı 143,90±12,45 mmHg, diyastolik kan basıncı 91,42±9,76 mmHg ve BKI değeri 25,61±3,21’di. Üçüncü izlemde sistolik kan basıncının müdahale grubunda kontrol grubuna göre anlamlı fark yaratacak şekilde azaldığı; 2. ve 3. ölçümlerde Akdeniz diyetine uyum puanının müdahale grubunda kontrol grubuna göre anlamlı fark yaratacak şekilde arttığı belirlendi (p<0,05). Yine, üçüncü izlemde yaşam kalitesinin tüm alt boyutları ve toplam puanının müdahale grubunda kontrol grubuna göre anlamlı fark yaratacak şekilde yüksek olduğu görüldü (p<0,05).Sonuç olarak, Akdeniz diyeti eğitimi hipertansif hastalarda kan basıncının düşürülmesinde ve yaşam kalitesini iyileştirilmesinde etkili oldu. Hipertansif hastalara yapılan beslenme önerilerinde Akdeniz diyetine de yer verilmesi gerektiği düşünülmektedir.
  • Item
    Evde bakımda inmeli hastalara bakım verenlere yapılan disfaji yönetimi eğitiminin etkilerinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-11) Budak, Serkan; Yıldız, Hicran; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Hemşirelik Anabilim Dalı; 0000-0002-6999-3528
    Deneysel nitelikteki randomize kontrollü çalışma, evde bakımda inmeli hastalara bakım verenlere yapilan disfaji yönetimi eğitiminin etkilerinin değerlendirlmesi amacıyla yapıldı. Çalışmada örneklem sayısı güç analizi ilebelirlendi. Dahil edilme kriterlerini karşılayan hastalar basit randomizasyon tekniği ile müdahale (n=42) ve kontrol (n=42) gruplarına atandı. Çalışmada, veriler Kişisel Bilgi Formu, Mini Nutrsiyonel Değerlendirme Testi Kısa Formu, Zarit Bakım Verme Yükü Ölçeği, SF-36 Yaşam Kalitesi Ölçeği Kısa Formu ve İnmeli Hastalarda Disfaji Yönetimi Bilgi Formu kullanılarak toplandı. Her iki gruba da 0., 1. ve 3. aylarda anket formları uygulandı. Verilerin değerlendirilmesinde; yüzdelikler, ortalamalar, bağımsızt testi, tekrarlı ölçümlerde varyans analizi, Pearson korelasyon testi ve Bonferroni testi kullanıldı.Disfaji yönetimi eğitimi verilen ve eğitim verilmeyen gruplar arasında Mini Nutrisyonel Değerlendirme Testi Kısa Formu, Zarit Bakım Verme Yükü Ölçeği, SF 36 Yaşam Kalitesi Ölçeği Kısa Formu ve İnmeli Hastalarda Disfaji Yönetimi Bilgi Formu puanlarına göre anlamlı fark olduğu saptandı (p<0,05). Disfaji yönetimi eğitim verilen müdahale grubunda, bakım vericilerin bakım yüklerinin daha düşük, yaşam kalitelerinin ve disfaji yönetimi bilgi formu puanlarının daha yüksek, hastaların beslenme durumlarının daha iyi düzeyde olduğu belirlendi. Taburculuk öncesi evde bakım hizmeti alacak inmeli hastaların bakım vericilerinin disfaji yönetimi konusundaki bilgi düzeyinin rutin olarak değerlendirilmesinin ve bu konuda eğitim verilmesinin hasta ve bakım vericiler üzerinde olumlu sonuçlar doğurarak sağlık harcamalarının azalmasına katkıda bulunacağı öngörülmektedir.
  • Item
    Köpek meme tümörlerinde sistemik inflamatuvar belirteçlerin neoadjuvan kemoterapiye cevabı tahmin etmede prognostik değerinin belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-27) Ekici, Zeynep Merve; Nak, Deniz; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Doğum ve Jinekolojisi Anabilim Dalı; 0000-0002-6904-7275
    Bu çalışmamızda birinci olarak, köpek meme tümörlerinin (KMT) etiyopatogenezinde inflamasyonun rolünü, ikinci olarak neoadjuvan kemoterapi (NAK) uygulanan farklı moleküler karakteristiklere sahip (östrojen, progesteron, HER2, Ki-67 ve kaspaz-3) KMT’lerde bazı sistemik inflamatuvar belirteçlerin-nötrofil/lenfosit oranı (NLO), lenfosit/monosit oranı (LMO), trombosit/lenfosit oranı (TLO), albümin/globülin oranı (AGO), sistemik immün-inflamasyon indeks (SII) ve prognostik nütrisyonel indeks (PNI)- tedaviye cevapta prognostik değerinin araştırılması amaçlandı. Farklı ırk ve yaştan 15 sağlıklı, 15 benign ve 30 malign KMT’li köpek çalışmaya dahil edildi. Köpeklerin tedavi öncesi tam kan sayımı ve serum biyokimya analizleri gerçekleştirildi. KMT’li köpeklerden tru-cut biyopsi yöntemi ile alınan numuneler histopatolojik olarak incelendi. Benign KMT’liköpeklere operasyon yapıldı. Malign KMT’lerde yapılan immünohistokimyasal boyamalar sonucunda moleküler alttipleri (luminal A, luminal B, triple-negatif veHER2-pozitif) belirlendi. Adrimisin/siklofosfamid (n=15) ya da paklitaksel (n=15) ile NAK uygulandı. Benign KMT’li köpeklerde sağlıklılara nazaran lenfosit sayısı ve LMO değeri daha düşük, trombosit sayısı, NLO, TLO ve SII değerleri daha yüksek olarak bulundu. Malign KMT’li köpeklerde sağlıklılara nazaran lenfosit sayıları, LMO, AGO ve PNI değerleri daha düşük, nötrofil, monosit, globülin, NLO, TLO veSII değerleri daha yüksek tespit edildi. Benign KMT’li köpeklerde malign KMT’lilere nazaran nötrofil sayılarının daha yüksek ve AGO değerinin daha düşük olduğugörüldü. KMT’li köpeklerde immün ve inflamatuvar sistem arasındaki dengenin bozulduğu ve maligniteyi öngörmek için dolaşımdaki nötrofil sayılarının ve AGO değerinin tanısal olarak faydalı olabileceği sonucuna varıldı. NAK tedavisine en çok parsiyel cevap alındı ve en iyi cevaplar triple-negatif moleküler alttipte alındı. NAKtedavisine cevap veren köpeklerde NLO ve PNI parametrelerinin sonucu öngörmek için kullanışlı belirteçler olduğu tespit edildi.
  • Item
    Glioblastoma tedavisinde kombin ilaç yüklü katmanlı nanolif yüzeylerin tasarımı ve kullanılabilirliğinin analizi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Erçelik, Melis; Tunca, Berrin; Bursa Uludağ Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı; 0000-0003-03662424
    Glioblastoma (GB), tüm beyin tümörlerinin %12-15'ini ve astrositomların %50-60'ını oluşturan yetişkinlerde en sık görülen ve en agresif beyin tümörüdür. Cerrahi rezeksiyon, eş zamanlı verilen kemoterapi ilacı olan Temozolomid (TMZ) ve radyasyondan oluşan mevcut standart tedaviden sonra hastaların medyan sağkalımı sadece 12.6 aydır. GB’lerde çoğu durumda tümörün tam rezeksiyonu mümkün olmadığından sıklıkla kısa süre içerisinde nüks görülür. Son yıllarda yapılan çalışmalar ile birlikte geliştirilen yeni teknolojiler çeşitli kanser türlerinde onkolojik tedavinin başarısını artırsa da GB’de sistemik toksisite, kan-beyin bariyerinden (BBB) sınırlı penetrasyon, tümör bölgesinde yeterli ilaç konsantrasyona ulaşamama ve bu tedavilerin kısa yarı ömrü GB tedavisi için geliştirilen yaklaşımların başarısını sınırlamaktadır. Bu nedenle GB tedavisinde tümör yatağında kanser karşıtı ajanların kontrollü salım ile birlikte lokal etkisine odaklanan tedavi yaklaşımlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Güncel çalışmalar, TMZ'nin GB tümör yatağına lokal olarak verilmesinin, TMZ'nin sistemik dolaşımını önleyerek ve normal dokuları ilacın toksisitesinden koruyarak, sistemik tedavide sıklıkla gözlenen klinik yan etkileri azalttığını kanıtlamıştır. Ayrıca, intrakraniyal tümörler için lokal tedavinin öncülerinden biri olan karmustin (BCNU) yüklü Gliadel ® gofretleri, tümör yatağında içerisinde yüklü olan ajanın lokal olarak kontrollü bir şekilde salmasını sağlamak için biyouyumlu polimer teknolojisi olarak geliştirilmiş ve FDA tarafından onaylanmıştır. Ancak malzemenin sertliği, büyüklüğü ve aşırı difüzyonu nedeniyle görülen yan etkiler bu ilacın kullanımını sınırlandırmıştır. Üstelik, BCNU glial tümörler de dahil olmak üzere birçok kanserin tedavisinde kullanılabilmesine rağmen, güncel çalışmalar BCNU’nun GB için sadece TMZ ile birlikte bir takviye olarak kullanılmasını önermektedir ve bu kapsamda TMZ tabanlı tedavi hala GB hastaları için standart tedavi olmaya devam etmektedir. Bu nedenle, TMZ ve TMZ’nin etkinliğini arttırabilecek biyoaktif bileşik kullanan polimer tabanlı kontrollü salım sistemleri araştırmacıların tümör yatağındaki GB'nin lokal tedavisi için kullanılabilecek hedeflerden biri haline gelmiştir. Bunun sebebi farklı moleküler mekanizmaları hedef alan terapötik ajanların kombinasyonuyla oluşan multimodal terapötik yaklaşımlarının, GB hücreleri üzerinde mevcut kemoterapi ilaçlarının tek kullanımından daha etkili bir sitotoksik etkiye sahip olmasıdır. Çalışmalar, kemoterapötiklerin aktivitesinin, anti-oksidan özelliklere sahip bazı biyoaktif bileşiklerle birlikte uygulandıklarında kemoterapi direncini ortadan kaldırabileceğini göstermektedir. Biyoaktif bileşenler arasında yer alan fenollerin ve flavonoidlerin, fenolik hidroksil gruplarının redoks özellikleri ve kimyasal yapılarındaki yapısal ilişkiler nedeniyle serbest radikallere karşı önemli anti-oksidan aktiviteler sağladığı kanıtlanmıştır. Zeytin ağacı yaprak özütleri (Olea europaea leaf extratct; OLE) ve içerisindeki biyoaktif bileşikler (Oleuropein; OL, hidroksitirozol; HT, tirozol; TYR ve rutin) kanser hücrelerinin çoğalmasını azaltan ve onların agresifliğini baskılayan anti-oksidan özelliklere sahiptirler. Ancak bu bileşiklerin zayıf sulu çözünürlük, düşük absorpsiyon ve moleküllerin hızlı metabolizması, onları klinik uygulaması için ciddi anlamda sınırlandırmaktadır. İlaç dağıtım sistemleri, farmakolojik uygulama sürecinde belirli maddeler/ilaçlar için taşıyıcı olarak işlev görecek şekilde küçük moleküller veya makromoleküllerle yüklenebilen nanomalzemeleri içerir. Polimerler arasında, elektrospinning ile üretilen nanolifler, yüksek yükleme kapasitesi, yüksek kapsülleme değişimi ve büyük yüzey alanı-hacim oranı gibi vazgeçilmez özellikler nedeniyle cerrahi rezeksiyondan sonra tümör yatağına implante edilebilir ilaç taşıyıcı sistemleri olarak geliştirilmiştir. Nanolifler, ayarlanabilir ilaç oranlarının kontrollü ve uzun süreli salınmasını sağlayarak tümörler üzerinde istenilen etkinin oluşmasını sağlarlar. Biyouyumluluğu, biyolojik olarak parçalanabilirliği ve iyi mekanik özellikleri nedeniyle ilaçların kapsüllenmesini sağlayan poli(laktik asit) (PLA) gibi çeşitli doğal ve sentetik polimerler elektrospinning ile üretilebilmektedir. Hidrofobik bir polimer olan PLA, biyolojik çevreyle temas ettiğinde genellikle hidroliz yoluyla laktik asit veya karbondioksit ve suya ayrışmaya başlar. PLA, vücutta iyi tolere edilir ve zamanla güvenli bozunma ürünlerine ayrışır. Bu nedenle, son çalışmalar PLA'nın sitotoksisite olmadan tümör ve normal hücreler tarafından içselleştirildiğini ve genellikle iyi tolere edildiğini göstermektedir. Ancak, ilaç/polimer karışım ile elektrospinning üretimi sırasında, nanoliflerin patlama salım göstermeleri nedeniyle ilacın nanoliflerin yüzeyinden hızla salınması meydana gelir. Çekirdek-kabuk elektrospinning, ilaç moleküllerinin salımını dikte ederek ilacı polimerlere başlangıçta patlama salım olmadan kapsülleyerek bu sınırlamanın üstesinden gelir ve bu da daha yüksek yükleme süreçleriyle elde edilebilen kontrollü bir salımla sonuçlanır. Bu kapsamda mevcut tezde GB tümörlerinin rezeksiyondan sonra tümör alanında lokal tedavi olarak kullanılabilecek, kontrollü salım yeteneği ile cerrahi rezeksiyon sonrası kalan hücrelerin proliferasyonunu ve agresifliğini baskılayabilecek biyouyumlu biyoaktif bileşik ve kemoterapi ilacı yüklü hibrit katmanlı kompozit nanolif ağ (LHN) tasarlandı. Bu LHN yüzey, biyoaktif bileşik ve/veya ilaç yüklenmiş iki nanolif katmanından oluşmaktadır. LHN’yi oluşturan ilk katman, polivinil alkol (PVA) nanolifi, tümör rezeksiyonundan sonra kalan kanser hücrelerini öldürmek için ilacı/biyoaktif bileşiği anında salması için tasarlandı. LHN’yi oluşturan ikinci katman, çekirdek-kabuk PLA nanolif ağı, bu ajanları uzun vadede ve tümör büyümesini önlemek için kontrollü bir şekilde serbest bırakmak üzere tasarlandı. Ek olarak, bu katmanlar arasına ilaç/biyoaktif bileşik eklenmesiyle iki katman arasının desteklenmesi sağlandı. Mevcut doktora tez çalışmasının ilk bölümünde, PLA ve LHN nanomalzeme içerisine yüklenecek olan biyoaktif molekülün belirlenebilmesi amacıyla, OLE ve fenolikleri olan, OL, HT, TYR ve rutinin apoptoz teşvik edici ve kanser hücrelerini baskılama üzerine etkilerinin hem tek başına ve hem de TMZ ile kombinasyon halinde GB hücrelerine karşı araştırılması ve karşılaştırılması amaçlanmıştır. Bu kapsamda biyoaktif bileşiklerin ayrı ayrı ve TMZ ile kombinasyon halinde GB hücre hatları olan T98G ve A172 hücrelerine etkileri, gerçek zamanlı hücre çoğalma analizi ve WST-1 analiziyle, hücre döngüsü dağılımı ve hücre içi oksidatif stres durumu kit protokolü kullanarak Muse hücre analiz sistemiyle, apoptozu teşvik edici özelliği çift akridin oranj/propidyum iyodür (AO/PI) boyama ve Annexin V analiziyle gerçekleştirildi. Sonrasında biyoaktif bileşiklerin tek başlarına ve TMZ ile kombinasyon halinde GB tümör agresifliğini baskılama yönündeki etkilerinin belirlenmesi için, çizik oluşumuyla yara iyileşme analizi, koloni oluşum analizi, GB tümör sferlerinin canlılık analizi ve GB kök benzeri hücre (GSC) analizi gerçekleştirildi. Tez çalışmasının bu bölümündeki bulgulara göre, OLE'deki aktif fenolik bileşikler GB hücre proliferasyonunu inhibe etti ve bu bileşikler hücre döngüsünü G2/M aşamasında tutuklayarak koloni oluşumunu azalttı. OLE ve içerisindeki fenolik bileşikler sinerji skoruna göre TMZ’ye katkılı etki gösterdiği belirlendi. OL'ün apoptoz etkisi iki hücre hattında da tek başına TMZ tedavisinden daha yüksekti (p<0,0001) ve tüm OLE fenolikleri arasında TMZ+OL kombinasyonu en yüksek apoptotik etki gösterdi. Ek olarak, tek başına HT, T98G hücrelerinde tek başına TMZ'den daha yüksek bir apoptotik etki gösterdi (p<0,0001). TYR ve rutin ise, tedavi edilmemiş hücrelere kıyasla her iki hücre hattında da apoptozu indükledi. OL, GB tümör sfer boyutunu ve canlılığını en çok bastırdı (T98G'de: 4,1 kat, p<0,0001; A172'de: 2,5 kat, p<0,0001). TMZ+OL kombinasyonu, tümör sfer büyümesinde önemli bir azalmaya yol açtı ve dahası tek başına kemoterapi tedavisindeki tümör sferlerine kıyasla hipoksik çekirdek bölgesini azalttı. TYR ve rutin OL ile benzer bir etki gösterdi ve T98G ve A172 hücrelerinde tümör sfer boyutlarını sırasıyla 2 ve 1,7 kat azalttı (p<0,0001). T98G hücrelerinde TMZ+rutin kombinasyonunun GB tümör sferinin büyüklüğünün inhibisyonu üzerindeki etkisi, TMZ+HT ve TMZ+TYR'nin etkisine benzerdi. Tedavi edilmemiş tümör sferlerine kıyasla OLE ve OLE fenolikleri, sferin çekirdek bölgesinde hipoksi kaynaklı nekroz oluşumunu azalttı. OL ve HT, CD133 ve OCT4 RNA ifadelerini azaltmada OLE’ye benzerdi. Buna karşılık, TYR ve rutin, tedavi edilmeyen hücrelere kıyasla CD133 ve OCT4'ün RNA seviyelerinin ifadesini azaltmış olsa da bu baskılama seviyesi iki hücre tipine göre değişkenlik gösterdi. TMZ+rutin’in kombin tedavisi, A172 hücrelerinde CD133’ün RNA seviyesini, her iki hücre hattında da OCT4’ün RNA seviyelerini önemli derecede baskıladı (p<0,05). TMZ tedavisi tek başına T98G hücrelerinin reaktif oksijen türlerinin (ROS) üretimini etkilememesine karşın, OLE, OL ve rutin tedavisi, tedavi edilmemiş T98G ve A172 hücrelerine kıyasla ROS üretimini azalttı (p<0,0001). Dahası, TMZ ve OLE fenoliklerinin TMZ ile kombini ROS miktarını önemli ölçüde azalttı. OLE fenoliklerinin her biri tek başına ve TMZ ile kombin halde her iki hücre hattında da yara iyileşme hızını yavaşlattı. Sonuç olarak tez çalışmasının bu bölümündeki veriler, OL ve rutinin GB hücrelerinin tedavisine karşı yeni bir terapötik ajan olabileceğini ve TMZ tedavisinin etkinliğini artırmada umut vaat ettiğini gösterdi. Bu sebeple tez çalışmasının bir sonraki bölümünde analiz edilecek olan PLA nanolifin içerisine OL ve rutin kapsüllenmesine karar verildi. Mevcut doktora tez çalışmasının ikinci bölümünde, GB lokal tedavisinde kullanılmak üzere geliştirilen LHN’nin ikinci katmanını oluşturan çekirdek-kabuk PLA nanolif ağlarının üretilmesi, bu nanoliflere OL, rutin ve TMZ kapsüllenmesi ve bu nanoliflerden yüklenen bileşiklerin kontrollü salımlarının oluşturulmasıyla GB hücrelerinin çoğalmalarını ve agresifliğini baskılamalarının araştırılması amaçlanmıştır. Elektrospinning işlemi ile üretilen PLA çekirdek-kabuk nanolif ağlarının cm2’sine OL, rutin ve TMZ’nin yarı maksimum inhibitör konsantrasyonları (IC50) kapsüllenerek (PLAOL, PLArutin ve PLATMZ) morfolojileri taramalı elektron mikroskobu (SEM) ile görselleştirildi ve toplam daldırma yöntemi ile PLA ağlarının salım özellikleri belirlendi. Hücre çoğalması için gerçek zamanlı hücre izleme analizi, hücre canlılığı için çift AO/PI boyaması, göç kapasitesi için çizik yara iyileşme analizi ve tümör sfer canlılığı için sfer oluşumu testi kullanıldı. Tez çalışmasının bu bölümündeki bulgulara göre, PLArutin ve PLATMZ nanolif ağlarının düzgün, yoğun, homojen, pürüzsüz ve boncuksuz morfolojiye sahip olduğu gözlemlenirken, PLAOL nanolif ağlarında liflerin yapıştığı ve boncuk benzeri morfolojiye sahip olduğu gözlemlendi. Tüm yüklü PLA nanolif ağları, 133±30,7–139±20,5 nm arasında ortalama çapa sahip çekirdek-kabuk yapılarına sahipti. PLAOL'ün salım değeri 6. ve 24. saatleri hariç zamanla artış gösterdi. PLAOL'ün maksimum salımı 72. saatte (~2,74 ppm), minimum salma değeri ise sırasıyla 6. ve 24. saatte 0,65 ppm ve 0,51 ppm oldu. 48 saatte ortalama molekül salımı 18 saatten düşük olsa da standart sapmalar dikkate alındığında, bu salma profilleri her iki dönem için de benzerdi. Genel olarak, 18. ve 48. saatte salınan moleküller benzer görünümdeydi. PLArutin’in ilaç salım değeri zamana bağlı olarak azalış gösterdi. PLArutin 18. saatte en yüksek salım değeri gösterirken, 24. saatte en düşük salım değeri gösterdi. PLArutin’in 1. ve 6. saatte stabil salım değerine yol açması rutinin moleküler yapısından kaynaklanıyordu. PLATMZ'den TMZ salımı zamana bağlı bir şekilde artış gösterdi. PLATMZ'nin maksimum molekül salımı 48. saatte (~7,25 ppm) olurken, minimum molekül salım değeri ise 1. saatte (1,36 ppm) gerçekleşti. Yüklü PLA nanoliflerinden moleküllerin yaklaşık %60'ının salımı 72 saatte olduğundan yüklü PLA ağları, besiyeri ortamında (CM) bu süre içerisinde salıma bırakıldı. PLAOL 24h-CM'de yetiştirilen T98G hücrelerinin canlılığı, tedavi edilmeyen hücrelere kıyasla %52,9'a düştü (p<0,0001). PLAOL’de 120 saate kadar CM’lerde yetiştirilen hücrelerde büyüme hızında doğrusal bir azalma gözlemlendi ve hücre canlılığı 120. saatin sonunda %13,6'ya düştü (p<0,0001). Buna karşılık, PLArutin 24h-CM T98G hücrelerinin çoğalma hızında ani bir düşüşe yol açarken (%8,1; p<0,0001), 120. saate kadar hücre büyümesinin seyri değişmedi. Bu bulgular, PLAOL ve PLArutin salımlarının hücre çoğalma testi ile benzer olduğunu doğruladı. Buna paralel olarak, PLATMZ+OL120h-CM ve PLATMZ+rutin120h-CM kombin tedaviler, T98G hücrelerinin çoğalma hızında tek başına tedavi olan PLATMZ 120h-CM'ye kıyasla daha fazla bir azalmaya yol açtı (PLATMZ+OL 120h-CM'de T98G hücre büyümesi: %1,4, p<0,0001; PLATMZ+rutin120h-CM'de: %1, p<0,0001; tedavi edilmeyen hücreler ile karşılaştırıldığında). PLAOL, PLArutin ve PLATMZ tedavileri, T98G hücrelerinde apoptoz belirteci olan at nalı biçimli çekirdeğe yol açtıkları görüldü ve apoptotik hücrelerde sırasıyla %62, %75 ve %28'inde nükleer parçalanma gözlendi. OL'ün TMZ üzerindeki katkısal etkisini destekleyerek kombin tedavide apoptotik morfolojiye sahip hücre sayısı PLATMZ+OL tedavilerinden sonra daha da arttı. Bulgular bir önceki bölümde görülen tek başına OL, rutin ve TMZ'nin hücre morfolojisi üzerindeki etkileri ile PLA nanolifine yüklendiği haliyle benzerdi. PLAOL ve PLArutin, T98G hücrelerinin yara iyileşme oranını azalttı ve yara alanı oranları sırasıyla %70,6 (p<0,0001) ve %79,3 (p<0,0001) idi. PLArutin ile tedavi edilen hücrelerde, PLAOL ile tedavi edilen hücrelere kıyasla yara alanının daha geniş olduğu ve bu kapsamda migrasyonu daha çok baskıladığı tespit edildi. Beklendiği gibi, kombin etki olan PLATMZ+OL ve PLATMZ+rutin ile tedavinin, tek başına tedavi olan PLATMZ ile karşılaştırıldığında T98G hücrelerinin yara iyileşme oranını daha çok azalttığı görüldü (p<0,0001). Ayrıca, PLAOL ve PLArutin in-vitro GB invazyon modelinde T98G hücre invazyonunu baskıladı. PLAOL, PLArutin ve PLATMZ, tedavi edilmemiş sferlere kıyasla T98G sfer boyutunu ve canlılığını azalttı. OL'ün TMZ üzerindeki katkılı etkisi ile sferlerin yapısı bozuldu ve tümör sferlerinde canlılık anlamlı derecede azaldı (p<0,0001). Ölü hücrelerin bolluğu PLArutin ile tedavi edilen GB hücrelerinde de oldukça fazlaydı. Rutin aracılı canlılığın azalması ayrıca PLATMZ+rutin ile tedavi edilen T98G sferlerinde de gözlendi; burada canlılık tek başına tedavi olan PLATMZ muamelesindeki sferlerden önemli ölçüde daha düşüktü (p<0,0001). Sonuç olarak tez çalışmasının bu bölümündeki veriler, OL ve rutin yüklü çekirdek-kabuk PLA nanoliflerinin tekrarlayan GB hücrelerine karşı moleküllerin kontrollü ve yavaş salımı ile yeni ve etkili bir terapötik araç olabileceğini göstermektedir. Ayrıca sonuçlar değerlendirildiğinde, tez çalışmasının bir sonraki bölümünde GB lokal tedavisi için geliştirilen LHN içerisine rutin bileşiğinin yüklenmesine karar verildi. Mevcut doktora tez çalışmasının üçüncü bölümünde ise GB'nin lokal tedavisi için farklı salım özelliklerine sahip, canlı sistemde kullanımı uygun ve biyouyumlu yenilikçi nanomateryal olan katmanlı hibrit kompozit nanolif oluşturan LHN tasarlandı. LHN’yi oluşturan ilk katman, içerisine kapsüllenen TMZ ve rutini anında salması için PVA nanolifinden oluşmaktadır. Bu yüzey tümör rezeksiyonundan sonra kalan kanser hücrelerini kısa süreli salım ile anında etki etmesi için tasarlandı. LHN’yi oluşturan ikinci katman, tümör büyümesini baskılamak için bu ajanların kontrollü uzun vadeli salınması yapması için çekirdek-kabuk PLA nanolif yüzeyden oluşmaktadır. Ek olarak, bu nanolifler arasına TMZ ve rutin püskürtülmesiyle iki katman desteklendi. Tezin bu bölümünde tasarlanan TMZ ve/veya rutin yüklü LHN’lerin (LHNTMZ, LHNrutin, LHNTMZ+rutin), in-vitro analizler ile GB hücrelerinin agresifliği üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesi, etkilenen onkolojik süreçler ve ilişkili protein ağlarının belirlenmesi amaçlandı. Sonrasında ise LHNTMZ, LHNrutin ve LHNTMZ+rutin’in GB tümör boyutuna etkisi ve sistemik yan etki riski ile inflamatuar yanıt üzerindeki etkileri in-vivo ortotopik GB modeli kullanılarak belirlenmesi hedeflendi. LHN’ler elektrospinning ile üretildikten sonra nanolif ağlarının çapları ve yüzey morfolojileri SEM ile görüntülendi ve in-vitro salımı UV-Vis-NIR spektrofotometresi ile ölçüldü. LHN ağlarının GB hücreleri üzerindeki etkisini analiz etmek amacıyla, hücre büyümesi için gerçek zamanlı hücre izleme analizi, apoptoz durumu için AO/PI boyama ve Annexin V analizi, mitokondriyal membran potansiyeli testi (Δψm), migrasyon analizi için yara-çizik analizi, invazyon analizi için mikroakışkan istila testi IC-çip analizi, anjiyogenez analizi için HUVEC tüp oluşum testi, koloni oluşturma testi ve 3 boyutlu (3B) sfer canlılığı için bir sfer oluşumu testi kullanıldı. Yüklü nanoliflerin epitelyal-mezenkimal geçiş (EMT), GSC büyümesi ve LncRNA ifadelerine etkisi RT-PCR analiziyle incelendi. Proteomiks analizi ile, protein ağı netleştirildi. LHN'nin uygulanabilirliği ve kullanılabilirliği, ortotopik C6 GB sıçan modeli kullanılarak test edildi. Manyetik rezonans görüntüleme ve immünohistokimyasal (IHC) analiz tümörün varlığını doğruladı. Tümörlerin mitokondriyal yapısı transmisyon elektron mikroskobu (TEM) ile değerlendirildi ve PARP1 ifadesi analiz edildi. Serum aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT), kreatin, üre düzeyleri ve splenosit IFNg/IL4 oranı LHN’lerin biyogüvenliğini kanıtladı. Tez çalışmasının bu bölümündeki bulgulara göre, yüklü LHN’lerin iç katmanları dolgu formunda görülürken, üst ve alt katmanları lifli bir formda yapılandırıldığı görüldü. LHNrutin ağlarının ortalama lif çapı 89–253 nm aralığında 164,1±38 nm olduğu belirlendi. Rutin içeren lifler düz bir yapıyken, TMZ lifi çıkıntılı yapıdaydı. LHNTMZ ağlarındaki bu çıkıntılar, 89-485 nm arasında değişkenlik gösterdi. LHNrutin'den rutin salımı, PVA ve aktif reaktif biriktirilmiş katmanların çözünmesi nedeniyle ilk 6 saat boyunca patlama şeklinde salım görüldü. Rutin salımının minimum değeri 1. saatte (0,586±0,26 ppm) gözlenirken, maksimum salım değeri 6. saatte görüldü (3,44±0,11 ppm). Devamında 168. saate kadar kontrollü salım başladı. LHNTMZ'den TMZ’nin salımı kademeli olarak artarak LHNTMZ'den madde salımı maksimum 168. saatte (0,66±0,28 ppm) tespit edilirken, minimum salım 18. saatte (8,05±0,67 ppm) tespit edildi. Devamında 168 saatte ise salım miktarının arttığı görüldü. LHNTMZ, LHNrutin ve LHNTMZ+rutin GB hücre proliferasyonunu 96. saate kadar inhibe etti. Ek olarak LHNTMZ+rutin’in kombin etkisi T98G hücre çoğalmasının baskılanmasında, LHNTMZ'nin etkisinden daha önemliydi (p<0,0001). LHNrutin ve LHNTMZ+rutin tedavi edilmemiş T98G hücrelerine kıyasla Δψm'yi azalttı (sırasıyla; p=0,0058, p=0,003). LHNrutin ve LHNTMZ+rutin’in kombin tedavisi, EMT ve GSC RNA ifadelerini ve LncRNA’ları inhibe ederek GB hücrelerindeki 2D migrasyon, 3B invazyonu ve koloni oluşumunu baskıladı. LHNrutin tedavisi, tedavi Ayrıca, LHNTMZ+rutin tedavisinin, tedavi edilmeyen hücrelere karşı invazyonda 51,5±1,41 katlık bir azalmaya sebep olduğu görüldü (p<0,0001). LHNrutin ve kombin tedavi edilen HUVEC hücrelerinde kılcal benzeri tüp ağlarının oluşumu önemli ölçüde azaldı (p<0,0001). LHNTMZ+rutin kombinasyonu tümör sfer boyutunu, tedavi edilmeyen ve tek başına LHNTMZ uygulanan hücrelere kıyasla önemli ölçüde azalttı (p<0,0001). Tüm yüklü LHN’ler GB hücrelerinde apoptozu teşvik etti. Proteomiks analizler, mitokondri, endoplazmik retikulum (ER) ve golgi proteinlerinde önemli değişiklikler olduğunu ve yüklü LHN’lerin tümör agresifliğini baskıladığını gösterdi. LHNTMZ'nin tek başına hücre proteomu üzerinde LHNrutin ve LHNTMZ+rutin'den daha düşük bir etkisi oldu ve ayrıca kombinasyon tedavisinin daha etkili olduğunu gösterdi. Ortotopik C6 kaynaklı GB sıçan modelinde tedavi edilmeyen sıçanların, sağ frontal lobunun derin beyaz maddesinde infiltratif ödemle birlikte tümörün beynin diğer bölgelerine yayıldığı tespit edildi. LHNTMZ ve LHNrutin ile tedavi edilen sıçanlarda tümör boyutu tedavi edilmeyen sıçanlara göre daha küçüktü ve infiltratif ödem gözlenmedi. Hematoksilen-eozin (H&E) boyama ile belirlenen tümör hacimlerine göre, tedavi edilmemiş GB sıçanlarındaki tümör boyutu 382±65,7 mm3 iken, LHNTMZ'den sonra 69±21 mm3, LHNrutin'den sonra 88,5±23,33 mm3 ve LHNTMZ+rutin’den sonra 11±9 mm3 olduğu tespit edildi. Tümör mitokondrilerindeki yapısal değişiklikler, azalmış membran potansiyeli ve azalmış PARP ifadesi, tümör hücrelerinde apoptotik yolların aktivasyonunu gösterdi ve bu, tümör hücrelerinin mitotik aktivitesinin azaldığını gösteren fosfo-histon H3 (PHH3)'teki azalma ile bir kez daha doğrulandı. Ek olarak, GB modelinde LHN'lerin lokal uygulanması, yan doku iltihabına veya olumsuz sistemik etkilere neden olmadan GB tümörünün agresif özelliklerini hafifletti. Yüklü LHN’lerin kullanılabilirliği ve biyouyumluluğu anjiyogenez belirteci CD31'deki azalma, serebellumun H&E boyamasında iltihap veya nekrozun yokluğu, IFN-γ üretiminin artması, dalak T hücrelerinde IL-4 seviyelerinin azalması ve daha düşük serum AST seviyeleri ile kanıtlandı. Sonuç olarak tez çalışmasının bu bölümündeki veriler, tümör bölgesine lokal olarak uygulandığında LHNTMZ ve LHNrutin’in GB sıçan modelinde GB tümörlerinin agresif özellikleri üzerindeki hafifletici etkisini vurguladı. Özellikle, LHNTMZ+rutin’in tümör azaltıcı etkisi, LHNTMZ ile karşılaştırıldığında kayda değerdi. Bu nedenle, kontrollü ve uzun salım yaparak rezeksiyon alanındaki tümör hücrelerinin çoğalmasını engelleyen bir tedavi yaklaşımı olarak LHNTMZ+rutin’nin kullanılabilirliği oldukça dikkat çekicidir. LHNTMZ, LHNrutin ve LHNTMZ+rutin’in lokal doku inflamasyonuna neden olmaması ve karaciğer ve böbrek üzerindeki yan etkilere sebep olmaması üretilen materyalin kullanılabilirliğini desteklemektedir. Bu nedenle, LHNTMZ, LHNrutin ve LHNTMZ+rutin GB tümör bölgesine uygulanması canlı sistem için uygun olarak kabul edildi. Bulgularımız toplu olarak LHNTMZ+rutin’in GB'nin lokal tedavisi için yenilikçi bir biyouyumlu nano yaklaşım olduğunu gösterdi. Bulgularımız ilaç/ilaç adayı yüklü LHN’lerin GB'nin lokal tedavisi için umut verici biyouyumlu bir model olduğunu göstermektedir. Bu LHN’lerin GB tedavisinde nüksü engellemede kullanılabilecek ekonomik bir ürün olabileceği belirlendi.
  • Item
    Sıçanlarda deneysel sistemik inflamasyonda all-trans retinoik asit (ATRA)'in hipokampustaki etkilerinin EphA4 ve EphB2 ekspresyonu ile araştırılmas
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-12) Yavaş, Senem Esin; Ersoy, Semiha; Bursa Uludağ Üniversitesi::Enstitüler::Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı; 0000-0002-6949-1210
    Sistemik inflamasyon, nöroinflamatuvar değişikliklere neden olarak birçok kronik psikiyatrik bozukluğun da gelişiminden ve ilerlemesinden sorumludur. Retinoik asit beyinde proliferasyon, diferansiyasyon, hücrelerin sağkalımı gibi biyolojik olayları düzenlerken, yüksek dozlarda nörotoksiktir. Eph reseptörleri hem işlevsel hem de yapısal nöronal plastisiteyi modüle ederek, hipokampal davranışları düzenlerler. Çalışmamızda nöroinflamasyon ve yüksek retinoik asit düzeylerinin hipokampusta EphA4 ve EphB2 reseptörlerinin ekspresyonları üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlandı. Çalışmada Wistar albino dişi sıçanlar kullanıldı. Akut sistemik inflamasyon intraperitoneal 5mg/kg lipopolisakkarit (LPS) ile, kronik sistemik inflamasyon intraperitoneal 0,5mg/kg/7 gün LPS ile indüklendi. Kronik gruplarda immün yanıtın uzun süreli devamlılığı için 7 günlük aralarla 3 idame doz LPS uygulandı. Akut all trans retinoik asit (ATRA) uygulamaları 50 mg/kg dozda, kronik ATRA uygulamaları 28 gün 6 mg/kg dozda intragastrik gavaj ile gerçekleştirildi. Deneklerden elde edilen parafin beyin kesitlerine Nissl boyaması, TUNEL metodu, Iba-1, EphA4 ve EphB2 immünohistokimyası uygulandı. Akut ve kronik sistemik inflamasyonun hipokampusta mikroglial yanıtı tetiklediği, nöronal dejenerasyon ve apoptoza neden olduğu belirlendi. Sağlıklı koşullarda kronik ATRA uygulamasının düşük derecede aseptik nöroinflamatuvar yanıta neden olduğu, LPS ile indüklenen kronik mikroglial yanıtı kısmen baskıladığı saptandı. Akut ve kronik nöroinflamasyonda EphA4 ekspresyon düzeylerinin arttığı, EphB2 ekspresyonlarının azaldığı görüldü. Tekrarlanan retinoik asit uygulamaları özellikle EphB2 ekpsresyon düzeylerinde azalmaya neden oldu. Sonuç olarak, LPS ve yüksek retinoik asit kaynaklı nöronal fonksiyon kaybı Eph reseptörlerindeki azalış/artış ile ilk kez gösterildi. İnflamatuvar süreçler sonrası gelişen nöropatolojilere yönelik yeni terapötik stratejiler geliştirmede Eph reseptör ekspresyonları ile plastisitenin modülasyonu ve monitorizasyonunun yararlı olacağı düşünüldü.
  • Item
    Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme tekniği ile uyanık köpeklerde işitme fonksiyonunun meta-analizi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-08-25) Ülger, Ebru Yalçın; Sonat, Füsun Ak; Andics, Attila; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Veterinerlik Fizyolojisi Anabilim Dalı.; 0000-0003-1756-1288
    Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme teknolojisi kullanılarak, uyanık köpeklerin işitsel algılarına yönelik yanıtlarının incelenmesi, veteriner tıpta işitme fonksiyonlarının daha iyi anlaşılması için büyük öneme sahiptir. Yeni geliştirilen yöntemler sayesinde, genellikle sedatif uygulaması gerektiren bu süreç, köpeklerin stres yaşamadan ve uyanıkken görüntülemeye tabi tutulmasına olanak sağlamaktadır. Son on yıl içinde bu tekniği kullanan ses ve konuşma algısına yönelik 11 çalışmadan 43 köpeğe ait 174 testin dahil olduğu veri seti üzerine yapılan bu meta-analiz, köpeklerin primer işitsel kortekslerinin detaylı bir karakterizasyonunu amaçlar. fMRI cihazlarının yüksek maliyeti ve uzman ekip gereksinimi nedeniyle, kısıtlı verilerin meta-analizi, daha geniş bir örneklem ve daha doğru sonuçlar elde etmeyi hedefler. Meta-analiz sonuçları, köpeklerin primer işitsel alanının literatürde belirlenen konumundan farklı olarak kaudal sylvian girus bölgesinde yer aldığını ve sağ hemisferde en geniş küme boyutuna sahip olduğunu gösterir. İlginç bir şekilde, bu lokasyon dişi ve erkek köpekler arasında farklılık göstermiştir. Bu bulgular, köpeklerin işitsel işlemlerini daha iyi anlamamıza ve işitsel kortekslerinin daha detaylı haritalanmasına olanak sağlayabilir. Veteriner tıpta işitme bozuklukları için yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine yönelik temel oluşturabilir. Optimum sonuçlar elde etmek ve köpek beyin şablonlarını geliştirmek adına, bu alandaki çalışmalar yeni teknikler ve programlarla devam etmektedir.
  • Item
    Yara iyileşmesinde tannik asit ve çinko oksit'in epitelyal-mezenkimal geçiş (EMT) üzerine etkileri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-16) Sarıçetin, Aysun; Özyiğit, Musa Özgür; Bursa Uludağ Üniversitesi::Enstitüler::Sağlık Bilimleri Enstitüsü / Veterinerlik Patolojisi Anabilim Dalı; 0000-0002-8290-8201
    Hem beşeri, hem de veteriner hekimlik alanında yara iyileşme süreci güncel ve önemi koruyan bir alandır. Canlı bir organizma olan hayvanlarda ve insanlarda yara iyileşmesi Epitelyal-Mezenkimal Geçiş (EMT) ile yönetilen dinamik ve çok aşamalı bir süreçtir. Yara iyileşme süreçlerinde EMT üzerine çalışmalar yer almaktadır. Ayrıca çinko oksit güncel olarak yara tedavilerinde yer aldığı görülmektedir. Tannik asit ise çinko okside göre daha yeni bir ajan olup kullanımı literatürde görülmektedir. Bu iki ajanının yara iyileşme sürecinde EMT üzerine etkilerine ilişkin spesifik bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmada sıçanların sırt bölgesinde oluşturulan tam kat eksizyonel yaraların toz tannik asit ve çinko oksit farmakolojik ajanlarının kullanımı ile yara iyileşmesinin EMT ile ilişkisi incelendi. Sıçanların sırt bölgesinde skapula gerisinde, dorsal orta hattın sağ ve sol tarafında (1,5x1,5cm) ebatlı tam kat eksizyonel yara modeli oluşturuldu. Denekler 4 gruba ayrıldı. Her bir grupta 6 denek kullanıldı. Gruplar kontrol, tannik asit, çinko oksit, tannik asit & çinko oksit grubu olarak ayrıldı. Tüm gruplarda deneklerin hem sağ, hem de sol taraftaki yaralarına 21 gün boyunca günlük olarak topikal tedavi uygulandı ve yaralar her gün kontrol edildi. 7., 14. ve 21 günlerde biyopsi örnekleri alınarak histopatolojik ve immunohistokimyasal (E-cadherin, N-cadherin, Snail&Slug, Vimentin, MMP-9) boyamalar yapılarak semi kantitatif olarak değerlendirildi. Bu çalışmada yara tedavisinde tannik asit ve çinko oksitin EMT sürecine etkileri incelenmesi amaçlandı. Çalışma sonucunda tannik asitin yara kapanma sürecini ve EMT sürecini başarılı bir şekilde tamamlayarak, yara tedavisinde kullanılabileceği sonucuna varıldı.
  • Item
    Köpeklerde meme tümörü oluşumunda paklitaksel ve ozon kullanımının hıf-1α ve vaskülogenezis üzerine etkilerinin incelenmesi: Deneysel fare modeli
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-09) Küpeli, Zehra Avcı; Özyiğit, M. Özgür; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Veterinerlik Patolojisi Anabilim Dalı.; 0000-0003-1853-4679
    Meme tümörü en sık görülen kanser türlerinden biridir. Üçlü negatif meme kanseri (TNBC), hormonal tedavilere, östrojen, progesteron ve HER2 reseptörlerinin eksik veya düşük seviyede üretilmiş olması nedeniyle yanıt verememektedir. Tümör mikro çevresi, tümörün hızlı büyümesi ile yetersiz kan perfüzyonundan dolayı hipoksiktir. Hipoksi, HIF-1α'yı arttırarak tümör büyümesi, metastazı ve vaskülogenezin şekillenmesinde rol oynayan VEGF-A, PDGF gibi birtakım genlerin transkripsiyonunu başlatır. Kanser tedavisinde kullanılan bazı terapötik ajanlar, HIF-1α veya VEGF-A'yı hedef alarak tümör mikro çevresindeki hipoksiyi ve vaskülogenezi ekarte etme gibi tedavi yaklaşımlarını barındırır. Ozon tedavisi ile terapötik hiperoksinin amaçlandığı tedavi yöntemleri bulunmakdadır. TNBC'de sıklıkla tercih edilen kemoterapötik bir ajan olan PTX çeşitli yan etkileri nedeniyle organizmada ciddi hasara yol açmaktadır. PTX'in düşük ve etkin doz çalışmaları üzerine hala araştırmalar devam etmektedir. Bu tez çalışması kapsamında PTX'in dozu azaltılarak ve ozon ile birlikte kanser hastalarına uygulandığında, HIF-1α'yı azaltabileceği, vasküler ağın şekillenmesinin engellenebileceği ve daha az toksik etki bırakarak kemoterapi etkinliğini arttırabileceği düşünülmektedir. Deneysel meme tümörü fare modelinde primer meme tümör dokularında immunohistokimyasal yöntemle Ki-67, CD31, VEGF-A, HIF-1α'nın immun ekspresyonu incelenmiştir. Primer meme tümör dokularında RT-qPCR ile VEGF-A, HIF-1α, PDGF ve VHL genlerinin mRNA ekspesyonları değerlendirilmiştir. Akım sitometri yöntemi ile dalak ve kemik iliğinden immün hücrelerin CD11b+Gr-1+ yüzey ekspresyonları analiz edilmiştir. Yüksek doz ozon tedavisi uygulanan farelerde, anti-tümöral immun yanıtlar üzerinde pozitif yönde bir ilişkinin olduğu ve Ki67 immun ekspresyon seviyesindeki azalma ile tümör hücresi proliferasyonunu baskılayabileceği düşülmüştür. HIF-1α'nın hem immun hem mRNA ekspresyonunun düşük doz ozonda azaldığı gözlenirken vasküler sistem üzerindeki etkisi belirsizliğini korumaktadır.