2023 Cilt 49 Sayı 3

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/41022

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 20 of 23
  • Publication
    Enfeksiyon hastalıklarında ferroptozun rolü
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-28) İskin, Ali Eren; Budak, Ferah; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/İmmünoloji Anabilim Dalı.; 0009-0005-2987-3475; 0000-0001-7625-9148
    Glutatyon (GSH) ve glutatyon peroksidaz 4 (Glutathione peroxidase 4; GPX4) gibi lipid onarım sistemleriyle kontrol edilen ve çoklu doymamış yağ asidi (polyunsaturated fatty acids; PUFA) biyosentezini de kapsayan, bir dizi enzimatik reaksiyon ile korele olan ölüm tipine ferroptoz adı verilir. Ferroptoz aynı zamanda, ferröz (Fe+2) demire bağımlı hücre ölüm tipi olarak tanımlanmıştır. Apoptoz, piroptoz, otofaji gibi diğer hücre ölüm yollarından farklı özellikler gösterir. Ferroptoz sırasında gözlemlenen en önemli morfolojik özellikler; mitokondride gözlenen küçülme ve membran yoğunluğudur. Biyokimyasal özellikler ise, hücre içi serbest demir miktarındaki artış ve lipid peroksidasyonudur. Ferroptoz, nörodejeneratif hastalıklar ve kanser gibi hastalıkların ortaya çıkmasında ve gelişiminde önemli rol oynaması nedeniyle çok sayıda araştırmanın odak noktası haline gelmiştir. Bu hastalıkların yanı sıra; GPX4, GSH aktivitesinde azalma ve ortamda reaktif oksijen türlerinin (ROT) birikimi gibi olaylar ile birçok enfeksiyon hastalığında da ferroptoz süreci görülebilmektedir.
  • Publication
    Parkinson hastalarında yaşam kalitesi hemşire ve bakım vericilerin rolleri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-26) Şen, Aylin; Azizoğlu, Fatma; İlhan, Sibel Erkal
    Parkinson Hastalığı toplumda yaygın görülen nörodejeneratif bir hastalık olup, prevalansı yaşın ilerlemesiyle birlikte artmaktadır. Hastalığın ilerleyen dönemlerinde bireylerin yaşam kalitesi düşmekte, hastaların bakım gereksinimleri ve bakım vericilere olan bağımlılıkları giderek artmaktadır. Tedavi yöntemlerinin sürekli gelişmesiyle birlikte Parkinson Hastalığı sürecinde hemşire ve bakım vericilerin rolleri daha önemli hale gelmektedir. Parkinson hastalığı sürekli izlem, eğitim ve sosyal destek gerektirmektedir. Hasta ve hastaya bakım verenlerin Parkinson Hastalığına uyumlarının sağlanması, toplumsal farkındalığın desteklenmesi için doğru hemşirelik yaklaşımlarının belirlenmesi, alana yönelik araştırmalar yapılması gerekmektedir. Bu alanda uzman hemşireye gereksinim sürekli artmaktadır. Bu makalede, Parkinson hastalığı, tedavi yöntemleri ve Parkinson tanısı almış hastaların yaşam kalitesini yükseltmek için hemşire ve hasta bakım verici rollerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
  • Publication
    Anaplastik tiroid karsinomu tanısında morfolojik ve immünohistokimyasal bulguların yeri: 10 yıllık seri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-18) Saraydaroğlu, Özlem; Dölek, Rabia; Gül, Özen Öz; Gürlüler, Ercüment; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı/Endokrinoloji Bilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Genel Cerrahi Anabilim Dalı.; 0000-0002-4127-9656; 0000-0002-1751-7693; 0000-0002-1332-4165; 0000-0002-6008-5494
    Tüm tiroid kanserleri içinde en agresif ve mortal seyirli kanser türü olan anaplastik karsinom, andiferansiye follikül epitel hücrelerinden kaynaklanır. Genellikle ileri yaşta ortaya çıkar. Hızlı büyüyen boyun kitlesi, yutma güçlüğü, ses kısıklığı, solunum güçlüğü en sık görülen başvuru yakınmalarıdır. 2011-2022 yılları arasında merkezimizde anaplastik karsinom tanısı almış 18 olguda klinik, histopatolojik ve immünohistokimyasal bulguların tanıdaki yeri ve sağ kalım özellikleri literatür bilgileri ışığında tartışıldı. Klinik seyir ve görüntüleme yöntemleri anaplastik karsinom için kuşku uyandırır ancak kesin tanı patolojik olarak anaplastik morfolojinin görülmesi ve yardımcı bazı immünohistokimyasal ve/veya moleküler tetkiklerin yapılması ile konur. Farklı histopatolojik görünümlere sahip olabilen bu tümörlerde andiferansiye özellikler gösteren karsinomlar, sarkomlar ve lenfomalar ayırıcı tanı içine alınmalıdır.
  • Publication
    Bası yarası bakımına ilişkin Google videoları önerilmeli mi?
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-18) Ertem, Aytül Coşar; Ertem, Uğur; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı.; 0000-0003-2142-2264
    Bu çalışmada bası yarası bakımında Google videolarının kalitesini ve güvenilirliğini değerlendirmeyi amaçladık. 12 Ekim 2023'de Google videolar kısmında "bası yarası bakımı", "yatak yarası bakımı", "basınç ülseri bakımı", ve "basınç yaralanması bakımı" anahtar kelimelerini aradık. Her bir anahtar kelime ile arama sonucu ilk çıkan 25 video değerlendirildi. Videoların kalitesini ve güvenilirliğini değerlendirmek için Modifiye DISCERN (Mdiscern) ve Küresel Kalite Skoru (GQS) kullanıldı. Taranan 100 videodan 49'u (%49) istatistiksel analize dahil edildi. İstatistiksel analiz sonuçlarına göre videoların %42.86’sının orta kalitede ve %55.10’unun yüksek güvenilirliğe sahip olduğunu saptadık. Video yükleme kaynağı açısından bakıldığında kalitesi ve güvenilirliği yüksek videoların çoğunun sağlık profesyonelleri tarafından yüklendiği belirlendi (p=0.001). Mevcut çalışma sonuçlarına göre, Google'da yer alan bası yarası bakımı ile ilgili videoların çoğunun orta kalitede olduğu ve videoların yarısına yakınının düşük güvenilirliğe sahip olduğu tespit edilmiştir. Gelecekte sağlık profesyonellerinin video paylaşım platformlarında (YouTube, Google, Tiktok vb.) içerik üretmeleri, video kalitesinin ve güvenilirliğinin artmasında etkili olacaktır. Ayrıca hastalara sağlıkla ilgili bilgi kaynağı olarak Google videolar kısmındaki içeriklerin önerilmesinin belli seçici özelliklere göre ve hekimin değerlendirmesine göre uygun olabileceğini düşünüyoruz.
  • Publication
    Hidrojen sulfid donörü sodyum hidrojen sülfür’ün ın vitro yara iyileşmesi üzerine etkisinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-13) Önal, Aysun Özbay; Önal, Mustafa
    Yara iyileşmesi sürecinde büyüme faktörlerinin hücre proliferasyonu, hücre farklılaşması ve hücre ölümü gibi çeşitli biyolojik aktiviteleri mevcuttur. Gazotransmitterler yara iyileşme sürecinde etkinliği gösterilmiş sinyal molekülleridir. Gazotransmitter ailesinin bir üyesi olan H₂S’in in vivo çalışmalarda yara iyileşmesinde düzenleyici bir molekül olarak görev aldığı bildirilmektedir. H₂S’in yara iyileşme sürecinde çeşitli sinyal yolaklarının aktivasyonu aracılığıyla indirekt etkisinin olduğu görülmektedir. Bu çalışmada H₂S’in indirekt etkisinden ziyade direkt etkisinin olup olmadığı araştırılmıştır. Bu bağlamda H₂S donörü olan NaHS’in in vitro yara iyileşmesinde fonksiyon gösteren çeşitli genlerin ekspresyon düzeylerine olan etkisi değerlendirilmiştir. İmmortalize insan keratinosit hücreleri 50μg, 25μg, 10μg, 5μg, 1μg konsantrasyonda NaHS ile 24, 48 ve 72 saat boyunca inkübe edilmiş ve MTS analizi ile hücre canlığı belirlenmiştir. TGF-β1, TGF-β3, VEGF ve K17 gen ifadelerindeki değişimler qRT-PCR yöntemiyle belirlenerek elde edilen veriler ΔΔCT metodu ile hesaplanmıştır. Hücre canlılığı açısından farklı konsantrasyonlarda uygulanan NaHS’in 1μg’lık dozunun toksik olmayan doz olduğu belirlenmiştir. NaHS uygulamasının K17 mRNA ekspresyonunu anlamlı düzeyde arttırırken TGF-β1, TGF-β3 ve VEGF ekspresyonunda anlamlı değişikliğe yol açmadığı saptanmıştır. NaHS’in in vitro yara iyileşmesi üzerine direkt etkisinin olmadığı sonucuna varılmıştır.
  • Publication
    İmmünglobülin G4 ilişkili hastalık: 30 vakalık tek merkez deneyimi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-05) Mısırcı, Salim; Ekin, Ali; Coşkun, Belkıs Nihan; Yağız, Burcu; Dalkılıç, Hüseyin Ediz; Pehlivan, Yavuz; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Romatoloji Anabilim Dalı.; 0000-0002-9362-1855; 0000-0003-3692-1293; 0000-0003-0298-4157; 0000-0002-0624-1986; 0000-0001-8645-2670; 0000-0002-7054-5351
    İmmünglobülin G4 ilişkili hastalık (IgG4-İH) tanısıyla takip ettiğimiz hastaların klinik, demografik ve laboratuvar özelliklerini, tutulum yerlerini, medikal tedavileri ve nüksle ilişkili faktörleri değerlendirmeyi planladık. Üçüncü basamak romatoloji kliniğinde Ağustos 2013-Ağustos 2023 tarihleri arasında IgG4-İH tanısıyla takip edilen, 30 hasta restrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş ortalaması 49,5±13,2 olup, çoğunluğunu (n=16, %53,3) erkek hastalar oluşturmaktaydı. Takip süresi ortalama 25 aydı. Eritrosit sedimentasyon hızı hastaların %73,3 (n=22)’ünde, C-reaktif protein ise %66,7 (n=20)’sinde yüksekti. İmmünglobülin G4 (IgG4) düzeyleri sadece 10 (%33,3) hastada yüksek olarak saptandı. En sık retroperitoneal tutulum (n=12,%40) olup, lakrimal veya tükürük bezi tutulumu (n=11,% 36,7) ise ikinci en sık tutulan bölgeydi. Testis tutulumu olup tedavisiz takip edilen bir hasta dışında diğer 29 (%96,7) hastanın tamamında glukokortikoid (GK) kullanımı mevcuttu. En sık kullanılan immünsupresif tedavi ajanı azatiyoprin (n=13, %43,3) olup, rituksimab (n=10, %33,3) ise en sık kullanılan biyolojik hastalık modifiye edici antiromatizmal ilaçtı. On bir (%36,7) hastamızda nüks nedeniyle tedavi değişikliği yapılmıştı. Takip süresinin (Odds oranı=1,040; %95 güven aralığı=1,006-1,075; p<0,05) artmasının nüksle ilişkili olduğu saptandı. Serum IgG4 düzeylerinin normal olabilmesi, hastalığa özgü laboratuvar belirteçlerinin olmaması ve ilgili organ tutulumundan her zaman biyopsi ile patoloji sonuçlarının elde edilememesi gibi nedenlerle hala IgG4-İH tanısında zorluklar yaşanabilmektedir. Nüksü etkileyen faktörlerin daha net olarak belirlenebilmesi için ise daha fazla prospektif randomize çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Publication
    Böbrek nakli operasyonuyla ilişkili komplikasyonların erken dönem hasta ve graft sonuçları üzerine etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-05) Düğer, Hakan; Ersoy, Alparslan; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı/Nefroloji Bilim Dalı.; 0000-0001-5478-3192; 0000-0002-0710-0923
    Böbrek nakli sonrası erken dönem hasta ve graft sağkalımı, birbiriyle ilişkili birçok karmaşık faktöre bağlıdır. Bu çalışmada; canlı ve kadaverik vericiden böbrek nakli yapılan hastalarda intra- ve post-operatif gelişen medikal ve cerrahi komplikasyonların sıklığı ve bu komplikasyonların erken dönemde hasta ve graft sağkalımı üzerine olan etkileri araştırıldı. Tek merkezde on yıllık dönemde böbrek nakli yapılan 498 hasta verileri retrospektif olarak incelendi. Alıcıların demografik, diyaliz ve nakil bilgileriyle, intra- ve post-operatif komplikasyonlar tıbbi kayıtlardan elde edildi. Komplikasyon gelişimi ile hasta ve graft sağkalımını etkileyen risk faktörler değerlendirildi. Çalışmamızda, canlı vericili nakillerde intra-operatif cerrahi komplikasyon, kadaverik vericili nakillerde post-operatif medikal ile post-operatif medikal ve cerrahi komplikasyon sıklığı anlamlı olarak yüksek saptandı. Gündüz çalışma saatleri dışında yapılan operasyonlarda post-operatif medikal komplikasyonlar daha sık görüldü. Post-operatif cerrahi komplikasyon ile post-operatif medikal ve cerrahi komplikasyon görülmesi ise istatistiksel olarak graft sağkalım süresini ve hasta sağkalım süresini anlamlı olarak kısalttı. İntra-operatif medikal ve cerrahi komplikasyon gelişiminde; verici yaşındaki 1 birimlik artış komplikasyon riskini 1.027 kat arttırdı. Nakil öncesi diyaliz modalitesinin hemodiyaliz olması, periton diyalizi olmasına kıyasla intraoperatif medikal ve cerrahi komplikasyon gelişme riskini 3.816 kat arttırdı. Sonuç olarak, gözlemlerimiz erken dönemde medikal ve cerrahi komplikasyonların sık görüldüğünü ve bu komplikasyonların hasta ve graft sağkalımını etkileyebileceğini düşündürmektedir.
  • Publication
    İskemik inmeli ve diyabeti olan hastaların demografik, klinik ve radyolojik özelliklerinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-01) Kocaeli, Ayşen Akkurt; Dinç, Yasemin; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Nöroloji Anabilim Dalı.; 0000-0003-0342-5939
    İskemik inme, dünya çapında sakatlık ve mortalitenin yaygın nedenlerinden biridir ve gelişmekte olan ülkelerde görülme sıklığı artmaktadır. Tip 2 diyabet, akut iskemik inme için iyi tanımlanmış bir risk faktörüdür. Diyabetin iskemik inme sonrası mortalite ve kötü klinik sonuçla ilişkili olduğu tahmin edilmektedir. Diyabet ve iskemik inme halk sağlığı sorunlarıdır. Bu çalışmanın amacı toplumumuzdaki diyabetli akut iskemik inme hastalarının demografik klinik ve radyolojik özelliklerini belirlemek ve diyabetli hastalarda iskemik inme rekürrensini etkileyen faktörleri belirlemektir. Bu çalışmada 2019-2021yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji bölümünde iskemik inme tanısı alan 862 hasta değerlendirildi. Hastaların demografik, klinik ve radyolojik özellikleri kaydedildi. Diyabetik olan ve olmayan hastaların iskemik inme rekürrensine etki eden faktörler sorgulandı. Bu çalışmada diyabetli akut iskemik inme hastalarında koroner arter hastalığı (p<0.01), hipertansiyon (p<0.01) gibi risk faktörlerinin daha sık görüldüğü, diyabeti olan iskemik inme hastalarda diyabeti olmayanlara göre daha sık iskemik inme rekürrensi (p=0.003) görüldüğü belirlendi. Diyabetli iskemik inme hastalarında iskemik inme rekürrensi olan ve olmayan hastalar kıyaslandığında, iskemik inme rekürrensi ile internal karotid arterde semptomatik aterosklerotik stenoz (p=0.002), anterior sirkülasyon inmesi (p<0.01), büyük damar aterosklerozuna bağlı iskemik inme (p=0.029) ve kötü klinik sonlanım (p=0.016) arasında anlamlı istatistiksel ilişki saptandı. Diyabetli hastalarda glisemik kontrolün prognoza ve iskemik inme rekürrensine etkisi belirlenmedi. Diyabetik hastalarda glisemik kontrolün inme rekürrensi ile ilişkisini belirlemek için çok merkezli prospektif çalışmaların yapılmasını öneriyoruz.
  • Publication
    Deneysel şizofreni modelinde bilişsel fonksiyonlar ve hipokampal sinaptofizin düzeylerinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-01) Makinecioğlu , İbrahim; Vural , Ayşe Pınar; Ermiş, Erkan; Koç, Cansu; Mergen, Hilmiye Şule; Cansev, Mehmet; Göktalay , Gökhan; Çamlı, Şafak Eray; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dal.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.; 0000-0001-5359-3477; 0000-0002-6097-5585; 0000-0001-7589-2013; 0000-0003-2918-5064; 0000-0001-6261-4233; 0000-0002-4847-7751
    Şizofreni pozitif, negatif ve bilişsel belirtiler ile seyreden kronik bir beyin hastalığıdır. Bilişsel belirtiler hastalığın prodromal döneminden itibaren gözlenebilmektedir. Bu çalışmanın amacı irkilme refleksininin ön uyaran aracılı inhibisyonu (ÖUAİ) ile oluşturulan deneysel şizofreni modelinde sıçanların bilişsel fonksiyonlarını ve hipokampal presinaptik proteinlerden sinaptofizin düzeylerini araştırmaktır. Çalışmada 30 adet erkek Wistar türü sıçanlar bazal ÖUAİ ölçümüne tabi tutulmuş ve bu değerlere göre düşükten yükseğe sıralanmıştır. İlk 10 sıçan “düşük” ve son 10 sıçan “yüksek” inhibisyonlu grup olarak ayrıldıktan sonra 5 gün boyunca Morris Su Tankı (MST) testine tabi tutulmuştur. Testin bitiminde sıçanlar sakrifiye edilerek hipokampus bölgeleri eksize edilmiş ve hipokampal presinaptik proteinlerden sinaptofizin Western Blot yöntemiyle analiz edilmiştir. Sonuçlara göre her iki grubun öğrenme düzeyleri arasında fark bulunmaz iken ve hafıza fonksiyonlarının platform alanından geçme sıklığı (p<0,05) ve platform alanında geçirilen süre parametreleri (p<0,05) düşük ÖUAİ gruptaki sıçanlarda anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur. Sinaptofizin düzeyleri de benzer şekilde düşük ÖUAİ grubundaki sıçanlarda anlamlı olarak (p<0,01) düşük tespit edilmiştir. Çalışmamızın sonuçları yüksek ÖUAİ değerine sahip sıçanlarla kıyaslandığında ÖUAİ değerleri düşük olan sıçanların bazı bilişsel fonksiyonlarının ve hipokampal presinaptik proteinlerden sinaptofizin düzeylerinin anlamlı olarak daha düşük olduğunu göstermektedir. Bu sonuçlar aynı zamanda uzun zamandır şizofreni çalışmalarında güvenilir bir yöntem olarak kullanılan ÖUAİ testinin insan ve hayvan çalışmalarındaki benzer sonuçlarına vurgu yaparak şizofreni araştırmalarındaki önemini desteklemiştir.
  • Publication
    Nervus musculocutaneus’un oluşum varyasyonları
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-01) Ertürk, Hanife; Şanlı , Onur Can; Öztürk , Kenan; Kastamoni, Yadigar
    Plexus brachialis’in fasciculus lateralis’inden ayrılan bir dal olan n. musculocutaneus’un oluşumu çeşitli varyasyonlar göstermektedir. Çalışmamızda n. musculocutaneus’un kök varyasyonlarının tespit edilmesi ve sınıflandırılması amaçlanmıştır. Çalışmamız yaşları 17-40 gebelik haftası yaşı arasında değişen, eksternal patolojisi ve anomalisi olmayan, 51 adet insan fetusu (25 erkek, 26 dişi)’na ait 102 üst ekstremite üzerinde gerçekleştirildi. Plexus brachialis, anatomik diseksiyon yöntemi ile ortaya çıkarıldı. Daha sonra, n. musculocutaneus’un varyasyonları belirlenerek sınıflandırıldı. Yaptığımız sınıflandırmada Tip 1 normal anatomik yapıyı ifade ederken tip 2A ve tip 2B’de n. musculocutaneus ile n. medianus arasında sırasıyla bir ve iki adet bağlantı dalı vardır. Tip 3’te radix lateralis nervi mediani ve radix medialis nervi mediani’nin birleşmesiyle ortak kök şeklinde oluşan n. musculocutaneus ve n. medianus belli bir mesafeden sonra ayrılmaktadır. Örneklerin %91,1’i (n=93) tip 1, %6,9’u (n=7) tip2A, %1’i (n=1) tip 2B ve %1’i (n=1) tip 3 olarak bulundu. Nervus musculocutaneus’un varyasyonlarının bilinmesi ve toplumsal prevalansın ortaya çıkarılması doğumsal plexus brachialis paralizisi, ateşli silah yaralanmaları, laserasyonlar, sinirin nörotizasyon amaçlı kullanımları ve post operatif komplikasyonların önlenmesi açısından önemlidir.
  • Publication
    Erken evre triple negatif meme kanserinde sağkalım sonuçları ve prognostik faktörler: Tek merkez deneyimi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-29) Kutlu, Yasin; Aydın, Sabin Goktas; Bilici, Ahmet; Ölmez, Ömer; Açikgöz, Özgür; Hamdard, Jamshid; Yıldız, Özcan; Karcı, Ebru; Muğlu, Harun
    Çalışmamız, erken evre triple negatif meme kanseri (TNMK) hastalarının sonuçlarını etkileyen faktörleri araştırmayı amaçlamaktadır. 2012-2022 yılları arasında Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji kliniğine başvuran 101 TNMK hastasının verileri retrospektif olarak analiz edildi. Hastaların yaş, menopoz durumu, tedavi rejimleri, klinik ve patolojik evreleri, cerrahi müdahaleleri, yardımcı tedavileri ve genetik mutasyonları gibi özellikleri kaydedildi. Patolojik tam yanıt (pCR), neoadjuvan tedavi(NAT) sonrası patolojide kanser hücrelerinin bulunmaması olarak tanımlandı. Medyan yaş 45.3 yıldı, 55 hasta premenopoz ve 46 hasta postmenopoz idi. Hastaların çoğunda (%70.3) T2 tümörü vardı, hastaların %35.6'sı klinik evre N0, %52.5'i ise N1'di. Hastaların %63.4' üne NAT, %36.6'sına adjuvan tedavi uygulandı. NAT alan hastaların %32.8'inde pCR elde edildi. T evresi, N evresi, doz yoğun kemoterapi, NAT'e karboplatin eklenmesi ve BRCA mutasyon durumu gibi faktörler, pCR elde edilen hastalar ile edilmeyen hastalar arasında anlamlı bir fark göstermedi. Yüksek ki-67 ifadesi, daha yüksek pCR oranları ile ilişkilendirildi. 24 aylık hastalıksız sağkalım(DFS) ve genel sağkalım(OS) oranları sırasıyla %78.5 ve %83.6 idi. Adjuvan kapesitabin kullanımı, menopoz durumu, düşük ki-67 ifadesi ve pCR elde etme gibi faktörler, daha uzun DFS ile ilişkilendirildi. Çoklu değişken analizinde, başlangıç N evresi ve pCR elde etme, DFS için bağımsız prognostik faktörlerdi. OS için başlangıç N evresi ve pCR durumu anlamlı prognostik faktörlerdi. Bu çalışma, erken evre TNMK'de pCR elde etmenin önemini ve adjuvan kapesitabinin DFS faydalarını vurgulamaktadır.
  • Publication
    COVID-19 olan çocuklarda immunoglobulin seviyeleri ve hastane başvuruları üzerine etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-28) Kasap, Nurhan; İncealtın, Onur
    Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) salgını tüm dünyada bir sağlık krizine dönüşmüştür. Çocukların da erişkinler kadar Şiddetli Akut Solunum Sendromu Coronavirüs 2 (SARS-CoV-2) ile enfekte olabildikleri belirlenmiştir. Bu çalışmada, COVID-19 saptanan çocuklarda bakılan immunoglobulin seviyelerini ve hastane başvurularındaki etkisini araştırmayı amaçladık. Ocak 2020 ve Aralık 2022 tarihleri arasında hastaneye başvuran COVID-19 saptanan, immunoglobulin seviyeleri bakılan 138 çocuk hastanın; demografik özellikleri, klinik belirtileri ve laboratuvar sonuçları retrospektif olarak tıbbi kayıtlardan elde edilerek analiz edildi. Olguların %53’ü kız, %47’si erkekti ve yaş ortancaları 9 yıl (0,6–17,8) idi. En sık başvuru semptomları ateş (%52), öksürük (%45) ve gastrointestinal belirtilerdi (%9). IgG %34.5’inde, IgA %14’ünde ve IgM %21.6’sında düşük seviyelerde bulundu. Düşük IgG bulunan hastalarda; IgA, IgM ve IgE seviyelerinde de azalma olduğu saptandı (p<0.001). Düşük IgG olanlarda hemoglobin, total kolesterol ve LDL seviyelerininde de düşüklük görüldü (p=0.015, p=0.036 ve p=0.006, sırasıyla). IgM düşüklüğü olan grupta, normal olan gruba kıyasla hastane yatış gereksinimi daha fazlaydı (p=0.045). Yatış durumu ile cinsiyet, IgG, IgA ve IgE arasında anlamlı ilişki yoktu (p>0,05). Düşük IgA ve IgM seviyeleri olanlarda anlamlı oranda çocuk yoğun bakım ihtiyacı oldugu saptandı (p=0.049, p=0.011, sırasıyla). Uzayan yatış durumu (>15 gün) ile cinsiyet, IgG, IgA, IgM ve IgE arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki yoktu (p>0,05). Hipogammaglobulinemi olan COVID-19 tanılı çocuk hastalarda, genel popülasyona göre mortalite ve yoğun bakım yatış oranlarının daha yüksek olduğu bilinmektedir. Bulgularımız, COVID-19 ile başvuran, hastane yatış gereksinimi olan çocuk hastaların rutin değerlendirmesinde immunoglobulin seviyelerinin değerlendirilmesinin önemini vurgulamaktadır.
  • Publication
    Pineal bölge tümörleri: Tek merkez deneyimi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-24) Özşen, Mine; Tolunay, Sahsine; Yılmazlar, Selçuk; Bekar, Ahmet; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Beyin ve Sinir Cerrahi Anabilim Dalı.; 0000-0002-5771-7649; 0000-0002-9038-0515; 0000-0003-3633-7919; 0000-0002-2716-1985
    Yetişkinlerde tüm intrakraniyal tümörlerin %1'inden azını, pediatrik grupta ise %3-11'ini oluşturan pineal bölge tümörleri oldukça heterojen bir gruptur. Bölgenin tümör ve lezyonlarını genel bir başlık altında toplayarak dört gruba ayırmak mümkündür. Bunlar germ hücreleri tümörler, pineal parankimal tümörler ve glioma gibi komşu yapılardan kaynaklanan tümörler ve diğerleri şeklindedir. Çalışmamıza merkezimizde 2005-2020 yılları arasında opere edilmiş tüm pineal bölge tümörleri dahil edildi. Olguların demografik bilgileri, ön tanı, tümör çapı, klinik ve radyolojik bilgileri, sağkalım durumu, nüks varlığı ve son kontrol tarihleri hastane veritabanından ve patoloji raporlarından elde edildi. Çalışmaya dahil edilen olgulara ait hematoksilen eozin boyalı preparatlar ile mevcutsa immünohistokimyasal ve histokimyasal çalışma yapılan preparatlar histopatolojik tanı ve grade açısından yeniden değerlendirildi. Olguların histopatolojik değerlendirmesinde 6 (%22,2) olgu menengioma, 5 (%18,5) olgu pineoblastoma, 4 (%14,8) olgu pineositoma, 2 (%7,4) olgu pineal bölgenin papiller tümörü, 2 (%7,4) olgu orta derecede farklılaşma gösteren pineal parankimal tümör, 2 (%7,4) olgu glioblastoma, 2 (%7,4) olgu germ hücreli tümör (germinoma ve matür kistik teratoma), 1 (%3,7) olgu oligodenrioglioma, 1 (%3,7) olgu pilositik astrositoma, 1 (%3,7) olgu metastatik karsinoma ve 1 (%3,7) olgu gliozis ve hemosiderin pigment birikimi şeklinde tanı aldı. Pineal bölge çeşitli benign ve malign natürde tümörlerin gözlenebildiği özel bir lokalizasyondur. Histopatolojik değerlendirme yapılmadan önce mutlaka olgunun klinik, laboratuvar ve radyolojik verilerine hakim olunmalıdır. Mikroskobik değerlendirme bölgenin sahip olduğu geniş tanı yelpazesi göz önünde bulundurularak, yapılmalı ve gerekli durumlarda immünohistokimyasal ve histokimyasal çalışmalardan yardım alınmalıdır.
  • Publication
    Romatolojik hastalığı olan bireylerin sigaraya yönelik bilgi, tutum ve davranışları
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-22) Doğan, Akif; Pehlivan, Yavuz; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Romatoloji Anabilim Dalı.; 0000-0002-7054-5351
    İnflamatuvar romatizmal hastalıklar (İRH) kronik hastalıklardır ve etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Etiyolojisinde genetik, otoimmünite ve çevrenin rol oynadığı düşünülmektedir. Sigara, İRH'nin etyopatogenezinde suçlanan ve prognozu kötüleştiren iyi bilinen çevresel faktörlerden biridir. Sigarayı bırakmak İRH'nin yönetiminde en önemli değiştirilebilir yaşam tarzı faktörüdür. Gereç ve yöntem: Romatoloji polikliniğine başvuran İRH'li hastalara 38 soruluk bir anket uygulandı. Çalışmaya 252'si (%74,6) kadın olmak üzere toplam 338 hasta dahil edildi. Hastaların 96'sı (%28,4) sigara içiyordu; 56'sı (%16,6) sigarayı bırakmıştı. Hastaların 186'sı (%55) sigaranın eklemlere zararlı olduğunu düşünürken, 136'sı (%40,5) hastalık belirtilerini artıracağını düşünüyordu. Ortalama Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi (FNBT) puanı 2,67±2,6 idi. Sigara içenlerin 57'si (%66,3) eklem ağrısı olduğunda sigara içiyordu; 45'i (%51,7) sigarayı iyi bir arkadaş olarak tanımladı; 69'u (%90,8) benzer hastalıklara sahip kişilerin sigarayı bırakması gerektiğini düşünüyordu; 49'unun (%56,3) sigarayı bırakma konusunda aile hekimi, romatolog ve romatoloji hemşiresinden tavsiye aldığı belirlendi. İRH'li hastalarda sigara içme oranı yüksek olup, hastalığa bağlı bazı faktörler hastaların sigarayı bırakmasını engellemektedir. Eğitim, etkili ağrı tedavisi, stresle mücadelede yardım, sigarayı bırakma ve tekrar başlamama konusunda destek ve özel bırakma yöntemlerinin geliştirilmesi sigarayı bırakmayı kolaylaştırabilir.
  • Publication
    Kolorektal kanserde rapamisin ve vemurafenib’in apoptotik etkilerinin karşılaştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-21) Nakkaş, Hilal; Sancı, Tuba Özdemir; Bedir, Beyza Ecem Öz; Terzi, Emine
    Kolorektal kanser (KRK), dünyada en sık görülen üçüncü kanser türüdür. KRK’de ilk tedavi seçeneği cerrahi ve kemoterapidir. Ancak, kullanılan ilaçlara karşı gelişen direnç, uygulanan kemoterapinin başarısız olmasına yol açmaktadır. Son yıllarda yeni teröpatik ajan arayışları, KRK gelişimi ve ilerlemesinde rol oynayan farklı moleküler mekanizmalar üzerinde yoğunlaşmaktadır. mTOR ve MAPK sinyal yolaklarının KRK gelişiminde anahtar rol oynadığı bilinmektedir. Bu çalışmada, KRK hücrelerinde mTOR yolağı inhibitörü Rapamisin (RAPA) ve MAPK yolağı inhibitörü Vemurafenib (VMF)’in apoptoz üzerine olan etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda, insan KRK hücrelerinde üretilen HT29 hücre hattı kültüre edilmiştir. RAPA ve VMF’nin HT29 KRK hücreleri üzerindeki uygun dozunun belirlenmesi için WST-1 testi ve apoptotik etkilerinin belirlenmesi amacıyla da akım sitometrisi yöntemi kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p≤0.05 olarak kabul edilmiştir. Elde ettiğimiz verilere göre, HT29 hücrelerine uygulanacak olan RAPA ve VMF dozu 24. saatte sırasıyla 46,97 μM ve 35,84 μM olarak bulunmuştur. HT29 hücrelerinde RAPA’nın apoptotik süreç üzerinde VMF’den daha etkin olduğu bulunmuştur (RAPA için; p<0.0001, VMF için; p<0.01). Sonuç olarak, çalışmamızda RAPA ve VMF’nin HT29 kolorektal kanser hücrelerinin canlılığını azalttığı ve apoptozu kaspaz 3/7 yolu ile indüklediği görülmüştür.
  • Publication
    Klinikoradyolojik olarak maligniteleri taklit eden santral sinir sistemi enfeksiyöz hastalıkları
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-03) Özşen, Mine; Tolunay, Sahsine; Dinç, Havva Merve; Doğan, Şeref; Kocaeli , Hasan; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Beyin ve Sinir Cerrahisi Anabilim Dalı.; 0000-0002-5771-7649; 0000-0002-9038-0515; 0009-0007-4491-2297; 0000-0002-8706-1994; 0000-0003-4140-5955
    Santral sinir sistemi (SSS) enfeksiyonları gelişen tanı ve tedavi yöntemlerine rağmen hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gözlenen şikayetlerin nonspesifik olması özellikle intrakranial tüberküloma ve beyin absesi başta olmak üzere çeşitli SSS enfeksiyon hastalığının klinikoradyolojik olarak malignitelerle karışabilmesine neden olmaktadır. Bu durum göz önünde bulundurularak çalışmamızda klinikoradyolojik olarak maligniteleri taklit eden SSS enfeksiyöz hastalıklarının klinikoradyolojik ve histomorfolojik özelliklerini olgularımız üzerinden paylaşarak bilimsel literatüre katkıda bulunmak amaçlanmıştır. Bu retrospektif çalışmada patoloji arşivi taranarak, 2010-2023 yılları arasında klinikoradyolojik bulgular doğrultusunda malignite ön tanısı ile opere edilen ancak histopatolojik değerlendirme sonucu santral sinir sisteminin enfeksiyon hastalıkları ile uyumlu tanı alan 19 olgu dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 19 olgunun 8’i kadın, 11’i erkekti. Olguların ortalama yaş değeri 51+15,68 iken yaş dağılımı 21 ile 72 arasında değişmekteydi. Klinikoradyolojik bulgular doğrultusunda 6 olguya glial tümör, 3 olguya tümöral lezyon, 3 olguya neoplaziye bağlı patolojik kırık, 2 olguya meningioma, 2 olguya metastaz, 2 olguya sinir kılıfı tümörü ve 1 olguya hipofiz adenomu ön tanısı ile eksizyon planlandı. Histomorfolojik değerlendirmede olguların %52,6’sında nekrotizan granülomatöz iltihap, %15,8’inde süpüratif inflamasyon ve %10,5’inde kist hidatik ile uyumlu bulgular saptandı. SSS enfeksiyonları farklı predispozan durumlarda farklı etkenlerin neden olduğu, doğru ve etkin tedavi edilmediği takdirde morbidite ve mortalite oranları yüksek hastalıklardır. Bu hastalıkların santral sinir sisteminin primer ve metastatik maligniteleri ile örtüşen şikayet, semptom ve radyolojik bulguya sahip olması doğru tanı koymayı zorlaştıran durumlardır. Olguyu değerlendirirken ihtimaller akılda bulundurulmalı ve olgu klinik öyküsü ile birlikte bir bütün halinde değerlendirilmelidir.
  • Publication
    Uludağ Üniversitesi'nin erişkin periton diyalizi deneyimi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-03) Bülbül, Esra Nur; Oruç, Ayşegül; Yavuz, Mahmut; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Nefroloji Anabilim Dalı.; 0000-0002-0342-9692; 0000-0001-6755-6386
    Renal replasman tedavisi (RRT), son dönem böbrek yetmezliği olan hastalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Periton diyalizi (PD), bir kateter aracılığıyla glukoz solüsyonunun periton boşluğuna verilerek belirli periyotlar halinde periton boşluğunda bekletilip boşaltılmasıyla uygulanır. Çalışmamızda Uludağ Üniversitesi'nde PD tedavisi uygulanan hastaların tüm klinik ve demografik özelliklerini (etyolojik nedenleri, böbrek nakli veya hemodiyaliz (HD) öyküsü, PD tedavi modaliteleri ve süresi, hepatit serolojisi, kateter enfeksiyonu ve peritonit öyküsü) araştırmayı amaçladık. Çalışmaya 99 erişkin hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 41,77 yıl olup çoğunluğu erkek idi. PD ortalama tedavi süresi 92,12 aydı. Hastaların 35'inin aletli periton diyalizi (APD), 43'ünün sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD), 21'inin ise tedavi süreci boyunca her iki modaliteyi de uyguladıkları saptandı. APD uygulanan hastalarda tedavi süresinin daha uzun ve peritonit sıklığının daha fazla olduğu saptandı. Hastaların %26,3'ünde kronik böbrek hastalığının altta yatan nedeni saptanmazken, %16,2 sıklıkta glomerülonefrit ve bunu %12 sıklıkta hipertansiyon ve ürolojik nedenlerin izlediği gözlendi. Hastaların %65,9'unda gram pozitif bakterilerin neden olduğu peritonit saptandı ve en sık görülen patojen, koagülaz negatif Stafilokoklardı. Sonuç olarak, merkezimizde PD tedavisi halen uygulanmakta olup modalite seçimi ve RRT seçeneklerinin değişimi açısından enfeksiyonlar temel sorunlardan biri olarak görünmektedir.
  • Publication
    SARS-CoV-2 aşısıyla ilişkili subakut tiroidit: Pandemi hastanesi deneyimi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-26) Kocaeli, Ayşen Akkurt; Memet, Sümeyye
    Subakut tiroidit (SAT), kendi kendini sınırlayan inflamatuar bir hastalıktır. Bu çalışma, koronavirüs hastalığı 2019 (COVID-19) aşısıyla ilişkili subakut tiroidit vakalarının özelliklerini tanımlamayı amaçlamıştır. Retrospektif yapılan çalışmaya pandemi dönemi öncesi tanı alan 45 hasta ve COVİD-19 aşısından sonraki üç ay içinde SAT tanısı alan 19 hasta dahil edildi. Hastaların demografik, klinik özellikleri, laboratuvar parametreleri ve ultrasonografi bulguları kaydedildi. Ayrıca yaptırdıkları aşıların türü, aşı sonrası SAT ortaya çıkana kadar geçen süre, verilen tedavi ve tedaviye yanıt değerlendirildi. COVID-19 aşısı ile ilişkili SAT grubu (Grup-1) (n=19) ile pandemi öncesi saptanan SAT grubunun (n=45) (Grup-2) demografik, klinik özellikleri, laboratuvar parametreleri ve aldıkları tedaviler benzerdi. Sadece serum C-reaktif protein ve ortalama eritrosit sedimantasyon hızı Grup-2’de Grup-1’e göre daha yüksekti (p <0,05). Takip sırasında Grup-1 ve Grup-2’de ötiroid saptanan vakalar sırasıyla 15/19 (%78,9), 15/45 (%33,3) saptandı (p<0.05). Nüks oranları arasında fark yoktu. İnaktif COVID-19 aşısı sonrası 7 hastada, mRNA COVID-19 aşısı sonrası ise 12 hastada SAT gözlendi. Aşılamadan sonra semptomların başlamasına kadar geçen ortanca süre 11 (4-45) gündü. Pandemi döneminde COVID-19 aşılama oranlarının artmasıyla birlikte aşı ilişkili SAT vakalarına daha sık rastlanmıştır. Bu çalışma, COVID-19 aşısı ile ilişkili vakaların pandemi dönemi öncesi görülen SAT vakaları ile benzer tanısal özelliklere ve klinik gidişata sahip olduğunu göstermiştir.
  • Publication
    Tıp fakültesi öğrencilerinde kalp yetersizliği bilgi ve farkındalığının değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-26) Polatkan; Sığırlı; Alak; Şentürk; Polatkan, Şeyda Günay; Sığırlı, Deniz; Alak, Çetin; Şentürk, Tunay; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Kardiyoloji Anabilim Dalı.; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Biyoistatistik Anabilim Dalı.; 0000-0003-0012-345X; 0000-0002-4006-3263; 0000-0003-1875-2078; 0000-0001-9031-9039
    Kalp yetersizliği, yaşlanan nüfus ve eşlik eden hastalıkların artması nedeniyle tüm dünyada prevalansı artan önemli bir sağlık sorunudur. Ne yazık ki belirtileri geç fark edilip uygun tedavinin başlanmasında gecikmeler olabilmektedir. Bu nedenle tüm branşlardaki hekimlerin kalp yetersizliği bilgi ve farkındalık düzeyinin yeterli olması büyük önem taşımaktadır. Bu araştırma, ülkemizde tıp fakültesi öğrencilerinde kalp yetersizliği bilgi ve farkındalık düzeylerini değerlendirmek amacıyla yapılan ilk araştırmadır. Katılımcıların sosyo-demografik özelikleri ve kalp yetersizliğinin tanımı, nedenleri, belirti ve bulguları, komplikasyonları, tedavisi, kalp yetersizliğinde yaşam tarzı önerileri hakkındaki anket soruları ile kalp yetersizliği bilgi ve farkındalık düzeyleri değerlendirilmiştir. Anket soruları literatürde yer alan çalışmalar ışığında araştırma ekibi tarafından oluşturulmuştur. Çalışmaya 134 kadın (%49,8) ve 135 erkek (%50,2) toplam 269 öğrenci katılmıştır. Öğrencilerin %58,7’si 1. sınıf ve %41,3’ü 6. sınıf tıp fakültesi öğrencilerinden oluşmaktadır. Doğru cevaplanan soru yüzdeleri değerlendirildiğinde 6. sınıf öğrencileri 1. sınıf öğrencilerine göre daha fazla doğru yanıt vermiştir (medyan [minimum-maksimum] %80,9 [48,9-97,9] karşı, medyan [minimum-maksimum] %68,1 [2,1-93,6],p<0,001). Öğrencilerin diğer tedavi yöntemlerine göre kalp nakli, yapay kalp gibi ileri evre kalp yetersizliği tedavileri hakkında bilgisi daha azdır. Teorik ders ve klinik staj eğitimi aldıkça kalp yetersizliği bilgi ve farkındalığı artmakla beraber kalp nakli, yapay kalp gibi ileri evre kalp yetersizliği tedavi yöntemlerine eğitim programlarında daha fazla yer verilmelidir.
  • Publication
    D vitamininin fingolimod tedavisi alan multipl skleroz hastaları üzerine etkisinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-26) Sarıdaş, Furkan; Lazrak, Sarah Hamide; Koç, Emine Rabia; Turan, Ömer Faruk; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Nöroloji Anabilim Dalı.; 0000-0001-5945-2317; 0000-0001-5596-5246; 0000-0002-0264-7284; 0000-0002-6752-1519
    Multipl skleroz (MS), genç erişkin yaşta başlayan merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve nörodejeneratif bir hastalığıdır. MS genç yetişkinlerde travmatik olmayan sakatlığın önde gelen nedenidir. D vitamininin immünomodülatör özelliklere sahip olduğu bilinmektedir. Eksikliği MS gelişimi için çevresel bir risk faktörü olarak tanımlanmakta ve hastalık aktivasyonu ile ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmanın amacı fingolimod tedavisi alan MS tanılı hastalarda başlangıç vitamin D düzeyleri ve replasman tedavisi ile hastalığın klinik ve radyolojik sonlanımı arasındaki ilişkiyi belirlemektir. 2015-2023 tarihleri arasında merkezimizde takip ettiğimiz 214 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif değerlendirildi. Vitamin D düzeyi verileri tedavi öncesi için 132 ve replasman tedavisi için 98 hastada analiz edildi. Sonlanım parametreleri; radyolojik aktivasyon, yıllık atak oranı, yeni atak gelişmesi, Genişletilmiş Özürlülük Durum Ölçeği (EDSS)’nde progresyon ve hastalık aktivitesine dair kanıtın olmaması-3 (NEDA-3) olarak belirlendi. Fingolimod tedavisi başlangıcında vitamin D düzeyleri ile hastalığın klinik veya radyolojik aktivasyonu veya progresyonu ile herhangi bir ilişki saptanmadı. Vitamin düzeyi düşük olan hastalarda replasman tedavisi ile >30 μg/L sağlanamayan hastalarda belirlenen sonlanım parametlerinde farklılık saptanmadı. Yüksek hastalık aktivasyonu olan alt grup değerlendirildiğinde de olumlu yönde herhangi bir fark ve değişim gözlemlenmedi. Sonuç olarak başlangıçtaki düşük serum vitamin D düzeyi veya yetersiz replasmanı ile klinik ve radyolojik kötüleşme arasında ilişki saptanmadı. Ancak sonuçları etkileyebilecek diğer risk faktörlerinin ve türk popülasyonuna özgü genetik polimorfizmlerin de değerlendirildiği daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.