2010 Cilt 36 Sayı 3

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/18364

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 11 of 11
  • Item
    Otoimmün nörolojik hastalıkların neden olduğu hareket bozukluklar
    (Uludağ Üniversitesi, 2011-01-19) Erer, Özbek; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Nöroloji Anabilim Dalı.
    Otoimmün hastalıklar, farklı dokulara karşı humoral immün cevap aracılığıyla gelişen kronik heterojen bir hastalık grubudur. Hareket bozuklukları, bir çok nörolojik hastalığın bulgusu olarak karşımıza çıkabilir. Bu yazıda, farklı nöroimmünolojik hastalıklarda görülen hareket bozuklukları ve tedavi yaklaşımları tartışılacaktır. Poststreptokokkal enfeksiyonlarla ilişkili hareket bozuklukları, başlıca korenin görüldüğü Sydenham koresi, myoklonus ya da distoninin görüldüğü poststreptokokkal akut dissemine ensefalomyelit (ADEM) ya da Streptokok enfeksiyonu ile ilişkili pediatrik otoimmün nöropsikiyatrik hastalık (PANDAS)’tır. Hareket bozukluklarının görüldüğü konnektif doku hastalıkları, Sistemik lupus eritematosus (SLE), Primer antifosfolipid antikor sendromu (PAPS), Poliarteritis nodosa (PAN), Behçet hastalığı ve Hashimato tiroiditidir. Bu hastalıklarda da genellikle, koreiform hareket bozuklukları tanımlanmaktadır. Paraneoplastik sendromlarda, kanserin uzak etkisi olarak, immunolojik zeminde ortaya çıkan farklı hareket bozuklukları görülebilir. Demiyelinizan hastalıklar arasında Multipl skleroz’da tanımlanan en sık hareket bozukluğu tremordur. Sonuç olarak, farklı grup otoimmün hastalıklarda ortaya çıkan hareket bozukluklarının fenomenolojik olarak tanımlanması ve tanıya göre tedavi başlanması büyük önem taşımaktadır.
  • Item
    Yeni kollajen reseptörleri olarak diskoidin domain reseptörleri (ddr’ler) ve önemleri
    (Uludağ Üniversitesi, 2010-10-04) Reel, Buket; Mıcılı, Serap Cilaker; Ergül, Bekir Uğur
    Ekstraselüler matriks (ESM), hücre ve dokulara destekleyici ve bağlayıcı bir iskelet oluşturur. Aynı zamanda, bileşenleri ile aktive ettiği hücre yüzey reseptörleri aracılığı ile hücreler ve dokular arasındaki iletişimi düzenler. Kollajen, ESM’in temel bileşenlerinden birisidir. Diskoidin Domain Reseptörleri (DDR’ler) farklı tipte kollajenler ile aktive edilen yeni bir tirozin kinaz kollajen reseptör ailesidir. Tirozin kinaz kollajen hücre yüzey reseptörlerinin iki üyesi olan Diskoidin Domain Reseptör 1 ve 2, farklı tipte hücre ve organlarda yaygın bir şekilde eksprese edilir. Bu reseptörler kollajene bağlanarak metalloproteinaz üretimine aracılık ederek hücre adhezyonu, proliferasyonu ve farklılaşmasında esansiyel rol oynarlar. Bu derleme, yeni kollajen reseptörleri hakkındaki mevcut bilgileri özetlemekte ve bu reseptörlerin tümör gelişimi, ateroskleroz, inflamasyon ve fibrozis gibi önemli hastalıklarla ilişkisinin altını çizmektedir. Bu derlemenin DDR’lerin pek çok hastalığın patogenezindeki kompleks rollerinin anlaşılmasına katkı sağlayacağını ve DDR’ler üzerindeki yeni çalışmalara dikkati çekerek bu hastalıkların tedavisine yönelik yeni hedeflerinin oluşturulmasına öncülük edebileceğini umuyoruz.
  • Item
    Tüberkulum sella meningiomalı gebe kadında görme kaybı
    (Uludağ Üniversitesi, 2011-01-19) Kuytu, Turgut; Kaplan, Tolga; Yılmazlar, Selçuk; Tolunay, Şahsene; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Nöroşirurji Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Patoloji Anabilim Dalı.
    Gebe kadınlarda meningioma görülme insidansı,normal kadın popülasyonuna göre daha düşüktür fakat gebelikte meningiomaya bağlı semptomlar artabilirler. 34 yaşında bayan hasta gebeliğinin onuncu haftasında; 4 haftadır sol gözünde başlayan görme kaybıyla başvurdu. Kranial MRI görüntülerinde; suprasellar sisterna ve sella içini doldurmuş, dural kuyruğu olan kitle lezyonu mevcuttu.Hasta operasyona alınarak, tuberkulum sella meningioması total çıkartıldı. İmmünohistokimyasal analizinde; meningioma hücrelerinin % 80 olarak progesteron reseptörü taşıdığı gösterildi. Tuberkulum sella meningiomalı gebe kadınlarda; pozitif progesteron reseptörüne ve hipofiz bezinin büyümesine bağlı olarak ani görme kaybı gerçekleşebilmektedir.
  • Item
    Uludağ Üniversitesi’nde kemiğe implante edilen işitme cihazıyla ilk deneyimler
    (Uludağ Üniversitesi, 2011-10-04) Özmen, Ömer Afşin; Basut, Oğuz; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Kulak-Burun-Boğaz, Baş-Boyun Cerrahi Anabilim Dalı.
    Bu çalışmada Uludağ Üniversitesi’ndeki Kemiğe İmplante Edilen İşitme Cihazı (BAHA – “Bone Anchored Hearing Aid”) deneyiminin incelenmesi amaçlanmıştır. BAHA uygulanan ve bir yıllık takipleri tamamlanan 4 hasta geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların bir tanesi pediatrik yaş grubunda ve dış kulak yolu atrezisi nedeniyle opere edilirken, diğer üç hasta erişkin ve kronik otitis media nedeniyle opere edilmişlerdir. Hastaların preoperatif hava iletim eşiği 60 ± 5 dB, kemik iletim eşiği 13± 9 dB’ydi. BAHA’lı serbest saha ortalaması ise 17±9 dB’ydi. Hastaların bir yıllık takipleri sonucu sadece bir hastada minör cilt komplikasyonu gelişmiştir. Hasta memnuniyeti ise üst düzeyde bulunmuştur. Hasta sayısı az olmakla birlikte elde edilen BAHA sonuçları gelecek için umut vericidir.
  • Item
    Endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi işlemi için bilinçli sedasyon uygulamasında propofol ile deksmedetomidinin hemodinami ve kognitif fonksiyonlara etkisinin karşılaştırılması
    (Uludağ Üniversitesi, 2011-01-27) Ceylan, Gürkan; Yavaşcaoğlu, Belgin; Korfalı, Gülsen; Kaya, Fatma Nur; Moğol, Elif Başağan; Türker, Gürkan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı.
    Bu çalışmada endoskopik retrograd kolonjiopankreatografi (ERKP) işlemi sırasında bilinçli sedasyon için uygulanan propofol ve deksmedetomidinin hemodinamik ve respiratuar etkileri, yan etkileri, kognitif fonksiyonlara etkileri ile hasta ve hekim memnuniyeti açısından karşılaştırılması amaçlandı. 18-80 yaşları arasında, Amerikan Anestezistler Birliği’nin (ASA) sınıflamasına göre I ve II anestezi risk grubuna giren 50 olgu çalışmaya alındı. Olguların demografik verileri ve çalışma süresince vital bulguları kaydedildi. Sedasyon skorları takibinde Ramsay sedasyon skoru (RSS) kullanıldı. Olgular randomize olarak iki gruba ayrıldı: Grup P’deki olgulara yükleme dozu olarak 75µg kg-1 propofol iv infüzyon 10 dakika süre ile uygulandı. Olguların RSS’u 3-4 olacak şekilde, 12.5-100.0 µg kg-1dk-1 hızında propofol iv infüzyonuna devam edildi. Grup D’deki olgulara yükleme dozu olarak 1 µg kg-1 sa-1 hızında deksmedetomidin iv infüzyon olarak 10 dakikada uygulandı. Olguların RSS’u 3-4 olacak şekilde, 0.2-0.7 µg kg-1sa-1 hızında deksmedetomidin infüzyonuna devam edildi. Girişimin sonunda ilaç infüzyonları durduruldu. Olgulara sedasyon öncesinde ve derlenme odasında modifiye Aldrete skoru (MAS) 9-10 olduğunda Mini mental test (MMT) uygulandı. Girişimi takiben yüz ağrı ölçeği (YAÖ) ile ağrı değerlendirilmesi yapıldı. Deksmedetomidin grubunda kalp hızı (KH) değeri başlangıç değerine göre 5., 10., 15., 20., 25., 30., 35. ve 40. dakikalarda anlamlı olarak daha düşük bulundu (p<0.001). Tüm bu zamanlarda Grup D olgularda KH değerleri Grup P’ye göre düşük bulundu (p<0.05). Grup D’de ortalama arteriyel kan basıncının kontrol değerine göre daha düşük olduğu saptandı (p<0.05). Her iki grup arasında hasta ve hekim memnuniyeti arasında istatistiksel fark bulunmadı. Derlenme döneminde Grup D’de MMT değerleri daha yüksek bulundu (p<0.05). Endoskopik retrograd kolonjiopankreatografi gibi kısa süreli invaziv girişimlerde bilinçli sedasyon için deksmedetomidin uygulaması propofole alternatif olarak kullanılabilir.
  • Item
    Renal hücreli karsinomalarda intratümöral ve ekstratümöral lenfosit infiltrasyonu sağ kalımı etkilemekte midir?
    (Uludağ Üniversitesi, 2011-01-19) Aytaç, Berna; Vuruşkan, Hakan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Patoloji Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Üroloji Anabilim Dalı.
    İntratümöral ve ekstra tümöral lenfositik infiltrasyon, organizmanın yeni ortaya çıkan neoplazik oluşuma karşı gösterdiği tepkidir ve Renal cell carcinoma (RCC) larda oldukça belirgin şekilde saptanır. Yapılan araştırmalarda bu infiltrasyon birçok tümör tipinde sağ kalımı olumlu etkilerken RCC’de tam tersi sonuçlar bulunmuştur. Çalışmamızın amacı RCC tanısı almış olgularda intra ve ekstra tümöral lenfositik infiltrasyonun sağ kalıma etkisini araştırarak literatüre katkıda bulunmaktır. Çalışmamıza 2000-2004 yılları arasında RCC tanısı almış 136 hasta dahil edildi. Hastaların klinik ve takip bilgileri dosyalarından, kişilerin kendisinden veya ailelerinden elde edildi. Patolojik kesitler histolojik tip, tümör lokalizasyonu, evresi, tümör grade’i, perirenal invazyon, kapsüler invazyon ve intra / ekstratümöral lenfosit infiltrasyonu yoğunluğu açısından tekrar bakıldı. İntratümöral lenfositik infiltrasyon değerlendirilirken nekrozdan uzak alanlardan en az 3, büyük tümörlerde ise en az 4 tümörlü kesit seçildi. Ekstratümöral lenfositik infiltrasyon için tümör çevresi böbrek dokusundan uzak, 1 kesite bakıldı. Ortaya çıkan intratümöral inflamasyon skoru (IIS) ve ekstratümöral inflamasyon skoru (EIS) ile histolojik tip, tümör lokalizasyonu, evresi, tümör grade’i, perirenal invazyon, kapsüler invazyon ve sağ kalım arasındaki ilişkiye bakıldı. IIS ile tümör grade’i arasında ilişki bulundu (p=0.01) ancak EIS ile grade arasında anlamlılık yoktu (p >0.05). IIS ve EIS ile tümör evresi arasında ilişki görülmedi (p>0.05). Aynı şekilde histolojik tip, perirenal invazyon, kapsüler invazyon, sağ kalım ile IIS ve EIS arasında anlamlılık saptanmadı. RCC’lerde inflamasyon yoğunluğunun bilinmesi, tedavi açısından karar vermede zorlanılan olgularda yönlendirici bir rol oynayabilir.
  • Item
    Karpal tünel sendromu: 92 olgunun geriye dönük değerlendirilmesi
    (Uludağ Üniversitesi, 2011-01-19) Bayraktar, Alper; Özgenel, Güzin Yeşim; Akın, Selçuk; Özbek, Serhat; Kahveci, Ramazan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim Dalı.
    Karpal tünel sendromu (KTS), median sinirin el bileği düzeyinde sıkışmasına bağlı olarak gelişen kompresyon nöropatisidir. Bu klinik çalışmada, KTS tanısı ile tedavi edilen 92 olgu ile ilgili deneyimlerimiz sunulmaktadır. Olgular, yaş, cinsiyet, hazırlayıcı unsurlar, fizik muayene bulguları, uygulanan cerrahi tedavi yöntemleri ve komplikasyonlar dikkate alınarak incelendi. Olguların yaş ortalaması 49 olup, 88’i kadın ve 4’ü erkek idi. En sık karşılaşılan hazırlayıcı unsur, ellerin yoğun strese maruz kalması idi. Noktürnal parastezi, en sık gözlenen bulgu idi. Tinel bulgusu ve falen testinin duyarlılıkları sırasıyla %62 ve %52 olarak bulundu. Tüm olgularda açık cerrahi dekompresyon uygulandı. Olguların 60’ında klasik, 58’inde ise kısa dikey kesi tercih edildi. Operasyon sonrası erken dönemde dikiş hattında ağrı ve el bileğinde hareket kısıtlılığı, klasik dikey kesi ile açık cerrahi dekompresyon uygulanan olgularda daha sık görüldüğü gözlendi. Sonuçta, kısa dikey kesi ile daha tatminkar sonuçlar elde edildiği ve bu geriye dönük çalışmadan elde edilen sonuçların batı kaynaklarında ki verilerle korelasyon gösterdiği saptandı.
  • Item
    İleri varus deformiteli dizlerde total diz protezi uygulama sonuçları
    (Uludağ Üniversitesi, 2010-12-28) Dinç, Mustafa; Bilgen, Ömer Faruk; Bilgen, Muhammed Sadık; Küçükalp, Abdullah; Danış, Muhammed Mutlu; Aydemir, Mehmet Fatih; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı.
    Çalışmanın amacı, ileri varus deformiteli dizlerde bir küçük boy tibial komponent kullanılması ve komponentin lateralizasyonu ile uygulanan total diz protezi (TDP) sonuçlarını klinik ve radyografik olarak değerlendirmek ve bu sonuçları ameliyat öncesi belirgin açısal deformitesi olmayan kontrol grubu ile karşılaştırmaktır. Kliniğimizde, Şubat 2003-Ocak 2008 yılları arasında çalışma grubu olarak, ameliyat öncesi varus açısal deformitesi 20° den büyük 15 hastanın 23 dizine ve kontrol grubu olarak, ameliyat öncesi 10° den küçük varus deformitesi olan ve 15° den az fleksiyon kontraktürüne sahip 156 hastanın 182 dizine TDP uygulaması gerçekleştirildi. İleri varus grubunda, ameliyat öncesi ve sonrası diz değerlendirme skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlendi (p<0,001). Kontrol grubunda ameliyat öncesi ve sonrası diz değerlendirme skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlendi (p<0,001). Bu sonuçlara göre ileri varus deformiteli dizlerde kabul edilen mekanik aks aralığının sağlanması, klinik ve fonksiyon açısından hastaların beklentilerinin karşılanması ve uygulamış olduğumuz tekniğin getirmiş olduğu avantajlar sayesinde yapılan total diz protezi ameliyatlarının başarılı bir şekilde uygulanabileceğini düşünmekteyiz.
  • Item
    Mesane kanserlerinde tümör ile ilişkili doku eozinofilisinin önemi nedir?
    (Uludağ Üniversitesi, 2010-01-12) Aytaç, Berna; Vuruşkan, Hakan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Patoloji Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Üroloji Anabilim Dalı.
    Doku eozinofil varlığı tümörlerde araştırılmalı mıdır? Tümör ile ilişkili doku eozinofil miktarı patoloji raporlarında belirtilmeli midir, yoksa bununla uğraşmak sadece zaman ve emek kaybı mıdır? Literatüre bakıldığında birçok tümör tipinde doku eozinofilisinin sağ kalıma iyi etkisi mevcuttur, ancak farklı tümör tipleri bunu inkar etmekte, eozinofillerin bir takım mediatörler yardımıyla tümör büyümesini uyardığını göstermektedir. Bazı tümörlerde ise sağ kalım ile ilişkisi gösterilememiştir. Mesane tümörlerinde doku eozinofilisinin tümöre etkisini gösteren çok az sayıda araştırma mevcuttur. Çalışmamızdaki amaç ürotelyal karsinoma tanısı almış vakalarda, doku eozinofilisinin prognostik faktörler ve sağ kalım ile ilişkisini incelemek, bunun sonucunda literature katkıda bulunmaktır. Retrospektif çalışmamız 1996–2002 yılları arasında tanı almış 90 ürotelyal karsinoma olgusunu kapsamaktadır. Hastalara ait klinik bilgiler toplanıp, patoloji kesitlere tekrar bakıldı. Her hastaya ait kesitler histolojik grade, vasküler veya perinöral invazyon, lenf nodu metastazı ve en büyük büyütme alanındaki (HPFx400) eozinofil sayısına göre değerlendirildi. Eozinofil sayısı düşük, orta ve yüksek olarak gruplandırıldı. Yapılan istatistiki çalışmalar sonucunda doku eozinofil sayısının, tümör boyutu, histolojik grade, lenfovasküler invazyon, perinöral invazyon, lenf nodu metastazı ve sağ kalım ile ilişkisi bulunamamıştır. Mesane tümörlerinde doku eozinofilisinin sağ kalım ile ilişkisini kanıtlamak için daha fazla sayıda yayına ihtiyaç vardır. Daha büyük serili çalışmalarda doku eozinofilisinin araştırılması tümör tedavisine, eozinofilinin çeşitli ajanlarla stimülasyonu veya baskılanması gibi ek tedavi seçeneklerinin eklenmesi açısından yararlı olabilir
  • Item
    Obstrüktif uyku apne sendromu progresyonuna etki eden faktörlerin incelenmesi
    (Uludağ Üniversitesi, 2010-12-13) Yıldız, Ayçin; Bora, İbrahim; Bican, Aylin; Ocakoğlu, Gökhan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Nöroloji Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Biyoistatistik Anabilim Dalı.
    Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS) üzerine etkili olabilecek etyolojik ve/veya çeşitli komorbid durumların hafiften ağıra doğru giden klinik spektrum üzerindeki yerlerini araştırmaktır. Çalışmaya horlama, gündüz aşırı uyku hali ve yakınları tarafından bildirilen apne semptomlarından bir ya da daha fazlası ile başvuran ve bir gece uyku laboratuvarında yatırılarak tanısal polisomnografi (PSG) yapılan 172 olgu dâhil edildi. Apne hipopne indeksine (AHİ) göre hastalar 4 gruba ayrıldı. Basit horlama hastaları kontrol grubu olarak kabul edildi. Hastalar AHİ değerlerine göre basit horlama 50 (%29.1) , hafif OUAS 38 (%22.1), orta OUAS 43 (%25) ve ağır OUAS 41 (%23.8) olarak gruplandırıldı. Erkek cinsiyet ve vücut kitle indeksi ağır şiddette OUAS grubunda, hipertansiyon ve hiperlipidemi orta şiddette OUAS grubunda istatistiksel açıdan anlamlı olarak fazla saptandı (P <0.05). OUAS şiddetinin ağırlaşmasına vücut kitle indeksi ve diyabetin sinir ve kaslar üzerinde yarattığı fonksiyon bozukluğunun daha etkili olabileceği düşünülmektedir.
  • Item
    İlaç reaksiyonu tanısıyla yatırılan olguların değerlendirilmesi: retrospektif çalışma
    (Uludağ Üniversitesi, 2010-12-09) Öztürk, H. Zerrin Yazıcı; Sarıcaoğlu, Hayriye; Yazıcı, Serkan; Hacıoğlu, Şenay; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Dermatoloji Anabilim Dalı.
    Bu çalışmada kliniğimizde ilaç reaksiyonu tanısıyla izlediğimiz hastaların sıklığını, reaksiyonun klinik paternini ve sorumlu olan ilaçları araştırmayı amaçladık. Kliniğimizde 1996-2008 tarihleri arasında yatırılan toplam 2877 hastadan ‘ilaç reaksiyonu’ tanısı konulan 206 hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi. Demografik özellikler, reaksiyonun tipi, reaksiyona yol açtığı düşünülen ilaç grupları, multipl ilaç kullanımının varlığı, ilaç alımından döküntünün başlangıcına kadar geçen süre gibi parametreler kayıt edildi. Hastalarımızın 105’i kadın, 101’i erkekti. Yaş ortalaması 46.29 ± 17.3 (4-85 yaş) olarak saptandı. En sık reaksiyon tipi %20.9 oranında saptadığımız ürtiker ve anjiyoödemdi. Bunu sırasıyla, %13.6 sadece anjiyoödem ve %10.2 olarak saptanan makülopapüler ilaç erüpsiyonu izlemekteydi. NSAİİ/ASA ile antibiyotiklerin veya kardiyak ilaçların (özellikle ACE inhibitörleri) kombinasyonu başta olmak üzere ilaç kombinasyonlarının 53 (%25.7) olguda etken olduğu gözlendi. NSAİİ, ASA, penisilin ve/veya sefalosporinler, antiepileptikler, kardiyak ilaçlar ve diğer antibiyotiklerin tek başına kullanıldığında da sıklıkla ilaç alerjisine yol açtığı bulundu. İlacın ilk alınmasından döküntünün başlangıcına kadar geçen süre saatler ile aylar arasında değişmekteydi. NSAİİ/ASA içeren kombine ilaç kullanımından mümkün olduğunca kaçınılması, antibiyotikler, ACE inhibitörleri ve antiepileptikler konusunda dikkatli bir izlem yapılması, uzun süreden beri kullanılan ilaçların da irdelenmesi gerektiği sonucuna varıldı