2004 Cilt 2 Sayı 2

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/5333

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 7 of 7
  • Item
    Gestasyon haftasına göre düşük doğum ağırlığı (SGA) olan bebeklerin uzun süreli izlemi
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Köksal, Nilgün; Özkan, Hilal; Gider, Cahide; Kılıçbay, İftihar; Kılıçbay, Fatih; Can, Serpil; Öcal, Murat; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Neonatoloji Bilim Dalı.
    Gestasyon haftasına göre düşük doğum ağırlığı (SGA) olan çocuklarda morbidite ve mortalite insidansı yüksektir. Nörolojik hastalıklar, izlem ve hastaneye yatış gerektiren morbiditeler SGA bebeklerde gestasyon haftasına göre normal ağırlığa sahip (AGA) bebeklerden 5-10 kat fazladır. SGA bebeklerde, özellikle anne hamilelikte ve daha sonra sigara içiyorsa ciddi solunum problemlerinden hastaneye yatış fazladır. SGA adultlerde nörolojik ve gelişimsel sorunlar, aşırı kısa boy gibi problemlerin görülme riski artmıştır. Ayrıca hipertansiyon, kardiyovasküler ve serebrovasküler hastalık, insüline bağımlı olmayan diabetes mellitus (NIDDM) ve sendrom X gibi adult başlangıçlı hastalıklarla SGA’nın birlikteliği tanımlanmıştır.
  • Item
    Çocuklarda kanser ve ağrı
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Sevinir, Betül B.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Onkolojisi Bilim Dalı.
    Ağrı, devam eden doku zedelenmesi ve inşamasyon nedeniyle oluşan biyolojik alarmdır. Daha ileri derecede hasarların önlenmesi veya sınırlandırılmasına hizmet etmektedir. Genellikle ağrı şiddeti doku zedelenmesinin yaygınlığı ve derecesi ile bağ- lantılıdır. Bununla birlikte her ağrının koruyucu anlamı yoktur. Hem hastalığın başlangıcında hem de sonraki aşamalarda akut ve kronik ağrı çeken önemli bir grup, onkoloji hastalarıdır. Kanser istatistikleri 2000 yılında tüm dünyada 10 milyon yeni hastanın tanı aldığını ve 22 milyon insanın kanserle yaşadığını ortaya koymaktadır (1,2). İlerlemiş kanserde, çoğu hasta için kanser sözcüğü ağrı ile birlikte düşünülmektedir. Gelişmiş ülkelerde ilerlemiş kanserlerin %60-90’ında hastayı düşkün duruma getiren ağ- rılar tanımlanır. Ağrının hastalığın süresi ile arttığı görülmekle beraber hastaların %25’i şiddetli ağrı deneyimi yaşamaz. Çocuk hastaların durumu erişkinlerden bazı açılardan farklıdır (3,4). Çocukluk çağı kanserlerinde hastaların ortalama %62’sinde onkolojik tedavi başlamadan önce ağrı yaşanmıştır . Tedavi sırasında ise tanı, evre ve tedavi yöntemlerine göre değişmek üzere çocuk hastaların % 25-80’i ağrıdan yakınmaktadır. Terminal dönemde bu oran yüksek olmaktadır (5-7). Gelişmiş ülkelerde terminal hastalarda etkin ağrı tedavisi yapılırken geri kalmış ülkelerde hastaların çoğu hiçbir destek alamamaktadır. Dünya Sağ- lık Örgütü ve çeşitli kuruluşlar her yıl kanser gelişen 250.000 çocuktan en az 100.000 kadarının gerekli tıbbi tedaviye ulaşamayan yoksul ve kalabalık ülkelerde olduğuna ve hiçbir ağrı kesici almadıklarına dikkat çekmektedirler (8,9). Ağrı kontrolündeki yetersizlik sağlık personelinin tutum ve davranışları ile de bağlantılıdır. Birçok hekim morfin ve türevlerini kullanmaktan çekinmektedir. Hematoloji ve onkoloji hastalarını tedavi eden hekimlerin üçte biri hiç opioid grubu analjezik reçetesi yazmadıklarını bildirmişlerdir (10). Ebeveynlerin görüşüne göre son döneminde hiçbir ağrısı olmayan hasta oranı %27 olarak verilmektedir (3,11). Halbuki bu ağrı tiplerinin %90’dan fazlası mevcut olanaklarla önlenebilir veya tedavi edilebilir niteliktedir. Amerikan Ağrı Birliği nabız, solunum, kan basıncı ve ateşle birlikte ağrının da “beşinci vital bulgu” olarak monitörize edilmesi gerektiğini önermiştir. Sonuç olarak ağrı çekmemek, bir insan hakkıdır. Bu insani boyut, özel uzmanlık konusu olmasa da tüm hekimlerin ağrı problemini bilmesini zorunlu kılar.
  • Item
    Moleküler biyoteknoloji devrimi
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Tarım, Ömer; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı.
    Artık geleceğin değil, çağımızın bilimi olarak tanımlanması gereken Moleküler Biyoloji ve ondan kaynaklanan teknolojik gelişmeler konusunda ülkemiz ne yazık ki çağdaş ülkelerin ivmesini yakalayamamış ve bu alanda dışarıya bağımlılığımızı artıran bir konuma düşmüştür. Türkiye, bu konuda gerekli hamleyi yapamazsa, ileri ülkelerle aramızdaki mesafe artmaya devam edecektir. Bilimin birçok alanında aynı durum söz konusu iken Moleküler Biyoteknoloji neden bu kadar önemli diye sorulabilir. Son yirmi yıl içinde baş döndürücü bir hızla gelişen bu bilim, tıp, ziraat ve tarım gibi birçok alanı doğrudan ve çarpıcı bir tarzda etkilemektedir. Bu etkiler bir ülkenin insanlarının sağlığını ve sosyoekonomik durumunu o kadar büyük ölçekte değiştirebilme potansiyeline sahiptir ki Japonya ve İsrail gibi bazı ülkeler bu bilim dalını stratejik bilim kapsamına almışlar ve önemli miktarda kaynak ve bilim adamını bu alana yönlendirmişlerdir.
  • Item
    DiGeorge Sendromu
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Kılıç, Sara Şebnem; Aydoğdu, Handan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk İmmunoloji Bilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    DiGeorge Sendromu (DGS), timus ve paratiroid bezinin konjenital yokluk sendromu olarak 1959’da bildirilmiştir. A.M. DiGeorge (1) 1965 yılında immünitede timusun önemli bir rolü olduğunu göstererek, hipoparatiroidizm, timik hipoplazi ve tekrarlayan enfeksiyon geçiren olgularını bildirmiş, böylece timik aplazi ve konjenital hipoparatiroidizm birlikteliği ‘DiGeorge Sendromu’ olarak adlandırılmıştır. La Chapelle (2) 1981’de bir ailenin dört etkilenen bireyinde 22. kromozom translokasyonunu göstererek bu sendromun genetik orjini için ilk ipuçlarını sağlamıştır.
  • Item
    Çocukluk çağında kalıtsal tromboz
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Güneş, Adalet Meral; Baytan, Birol; Günay, Ünsal; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Hematoloji Bilim Dalı.
    Uzun yıllar boyunca sadece erişkinleri ilgilendiren bir hastalık grubu olarak bilinen “trombotik olaylar” son yıllarda pediatrik hematoloji ve genel pediatri pratiğinde sık tartışılan hastalık grupları içinde yerini almıştır. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni son yıllarda tanımlanan, tromboz riskini arttırdığı gösterilen konjenital faktörlerdir (1). Son yıllarda yapılan çalışmalarla trombotik olayların çocuklarda da oldukça önemli bir mortalite ve morbidite nedeni oldu- ğu anlaşılmıştır. Genel populasyonda erişkinler için bildirilen yıllık tromboemboli insidansı yılda 1000 kişi için 1 hastadır (2). Amerika Birleşik Devletleri (ABD) rakamlarına göre yılda 50 000 hasta trombozdan ölmektedir. Andrew ve ark. (3) çocukluk yaş grubu tromboz insidansını yenidoğan bebekler için her 100 000 hastane başvurusunda 240, daha büyük çocuklar için ise 53 olarak bildirmektedir. Aynı rakamlar erişkin dönemi için 78’dir. MancoJohnson grubunun (2) verdiği rakam ise 12/100 000’dir. Ülkemizde Hacettepe Çocuk Hastane’sinde Gürgey ve ark. (4) tarafından yapılan çalışmada, çocuklarda hastaneye başvuru sırasında tromboz oranı 78/100 000 olarak bildirilmekte ve yurdumuz için önemli bir sorun olarak vurgulanmaktadır. Çalışmalarda trombotik atak geçiren çocuklarda trombozun tekrarlama olasılığı %7- 18.5, tromboza bağlı ölüm oranı %2.2 olarak belirtilmiştir (5,6).
  • Item
    Endosistemik etkileşimler-1
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Tarım, Ömer; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı.
    Tıp eğitiminin evrimi incelenirse, ilk kullanılan yöntemlerin disiplinleri ayrı ayrı öğrenmeye dayandığı görülür. İnsanlığın bilgi birikimi arttıkça bu yöntemin güçlüğü görülmüş ve daha bütünleyici yöntemlere geçilmiştir. Sistemler ve disiplinler arasındaki sürekli ilişki düşünülürse öğrenmenin bütünleyici yaklaşımla daha kolay ve sağlıklı olacağı açıktır. Bu nedenle ortaya konan ‘entegre sistem’, tıp eğitiminde önemli bir aşamadır. Klinikte ve gerçek yaşamda hasta, karşımı- za endokrinoloji, patoloji veya onkoloji başlığı altında çıkmamaktadır. Aksine, hasta genellikle bir sisteme veya disipline atfedilebilecek semptom ve bulgular topluluğu ile gelmektedir. Bu nedenle sistemlerin bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Hastalıklar, paragraşar ve klişeler halinde öğrenildiğinde, o paragraf ve hastayı çakıştırabilmek için klinisyenin engin bir ansiklopedik bilgiyi her an beyninde saklaması gerekir. Bu bilgiyi işleyebilmesi için de çağdaş bilgisayarların işlemci sistemlerinin hı- zına sahip olmalıdır. Bu işlemi kolaylaştırabilmek ve daha verimli hale getirmek amacıyla ‘algoritm’ denen akış şemaları geliştirilmiştir. Ancak, bu şemaların mekanik takibi de sistemler arasındaki ilişkinin gözden kaçırılmasına neden olabilir. Sistemlerin sürekli olarak birbiriyle konuştukları ve birbirlerini etkiledikleri unutulmamalıdır (şekil 1). Disiplinlerin bütünlüğü sadece hasta yo- ğun bakımdaysa görmeye alıştığımız ekip çalışması sırasında anımsanmamalı; daha haşf klinik sorunlarda ve hatta sağlıkta da düşünülmelidir.
  • Item
    Ventriküler septal defekt
    (Uludağ Üniversitesi, 2004) Çil, Ergün; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı.
    Tüm kalp hastalıkları içinde %25-30 ile en sık görülen konjenital kalp hastalığıdır. Perimembranöz tip en sık görülen ventriküler septal defekt (VSD) tipi olup (%80) membranöz septumda bulunur (1-4). Muskuler tip ventriküler septal defektler ise atriyoventriküler kapaklara komşu olan inlet septumda (inlet VSD=AV kanal tipi), pulmoner kapağın altındaki outlet septumda (outlet VSD) veya trabeküler septumda (trabeküler muskuler VSD) olabilir (fiekil 1). Trabeküler septumda olan VSD’ler birden çok olabilir (İsviçre peyniri tipi VSD). VSD’ler olguların yaklaşık 2/3’ünde izole olabildiği gibi, patent duktus arteriyozus, atriyal septal defekt, pulmoner stenoz gibi diğer kalp hastalıkları ile de birlikte olabilir.