2024 Cilt 23 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/45685
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 16 of 16
- Results Per Page
- Sort Options
Publication Öznenin epistemik dışlayıcılığından nesnenin nesneliğine: Alev Ebüzziya’nın sonsuz formda sade çanakları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-01) ZARARSIZ, PINAR; KÜÇÜKALP, KASİM; Bursa Uludağ Üniversitesi/İlahiyat Fakültesi/Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü; 0000-0001-8205-4384; 0000-0001-6270-372XSanat, tarih boyunca duygu ve düşüncelerin estetik tezahürü olarak kendini gösterirken, felsefe ise daha çok kavramsal ve teorik bir düşünme biçimi olarak ilerlemiştir. Bu iki disiplinin etkileşimi, düşüncenin salt bir zihinsel süreç olmaktan çıkıp, estetik bir biçimde ifade edilmesi gerekliliği üzerinde önemli bir felsefi tartışma alanı açmıştır. Özellikle 19. yüzyılda başlayan düşüncenin estetize edilmesi tartışmaları, günümüz felsefelerinde önemini korumaktadır. Bu düşüncenin temelinde yatan sebep, modern düşüncenin epistemik özneye merkezi ve dışlayıcı bir ontolojik statü vermesiyle ortaya çıkan özne-nesne dikotomisinin yarattığı indirgemeci, totalleştirici ve mütehakkim bakış açısıdır. Sanat, özellikle, Heidegger’in alımladığı şekliyle, bu indirgemeci tutumun aşılması, hakikatin açığa çıkması ve sonsuza tanıklık etme imkânını sağlaması ile önemli bir araç olarak görülür. Sanat ve felsefenin kesiştiği noktada, Alev Ebüzziya’nın seramik çanakları, yalnızca estetik nesneler olarak değil, derinlemesine bir felsefi soruşturmanın somut örnekleri olarak değerlendirilmektedir. Onun eserleri, özne-nesne dikotomisinin dayattığı sınırları bulanıklaştırır, anlamı yeniden düşünmeye davet eder, mutlak normlara meydan okur. Heidegger'in sanatın hakikati açığa çıkarmada nasıl bir araç olduğunu vurgulayan görüşleri, Ebüzziya'nın çalışmalarının anlam dünyasını kavramak için önemli bir referans noktası sunar. Bu makale, Türk seramik sanatçısı Alev Ebüzziya’nın sonsuz formda sade çanaklarını sanat felsefesi perspektifinden değerlendirerek, düşüncenin estetize edilmesi gerekliliği üzerine ortaya konmuş felsefi yaklaşımlarla ilişkisini kurmaktadır.Publication Erken Alman romantiklerinde felsefenin bir imkânı olarak sanat ve edebiyat(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-10) BABUÇÇU, ALİ HAN; 0000-0002-6589-4688Bu makale, uzun bir dönem boyunca felsefî derinliği ihmal edilen erken dönem Alman romantik (Frühromantik) felsefesini (daha spesifik olarak Novalis ve Friedrich Schlegel'in felsefi görüşlerini) ele almaktadır. Erken dönem Alman romantik filozofları, kendi dönemlerinin felsefî eğilimlerine karşı çıkan isimlerdir. Onlar 'mutlak ilkelerin arayışı olarak felsefe' düşüncesini terk etmişlerdir. Onlar Mutlak olanı felsefi sistemler yahut kavramlar aracılığı ile olduğu gibi temsil edebileceğimiz düşüncesini problemli bulurlar. Söz konusu düşünürlere göre özü ele geçirme ya da bir nesneyi olduğu gibi bütünüyle temsil etme iddiası, yaşamın kendisine karşı bir çabadır çünkü bu yaşamın, oluş ve akış karakterine uymaz. Bu kavrayışta mutlak temsil edilemez, ancak ona sadece işaret edilebilir. Ona işaret edebilmek, onu kesin olarak temsil etmekten vazgeçmekle mümkündür. Bu amaçla Schlegel ve Novalis, çeşitli sanatsal ve edebi stratejileri devreye sokarlar. Fragman, alegori, ironi, metaforik anlatım gibi çeşitli edebi stratejileri felsefenin bir parçası kılmak suretiyle romantik filozoflar, felsefelerine edebi bir hüviyet kazandırmayı amaçlarlar. Ancak bu karakteri kazandığında felsefe, Mutlak olana hak ettiği saygıyı gösterebilecek ve ona yakınlaşabilecektir.Publication Levinas ve Derrida’da dostluk(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-18) Aydoğan, EmineBu çalışmada çağdaş felsefenin iki önemli siması olan Fransız düşünürler Emmanuel Levinas ve Jacques Derrida’nın dostluk meselesine yaklaşımları ele alınmaya çalışılacaktır. Felsefe ile yakın bir bağı olan bir kavram olarak dostluk, İlk çağdan çağdaş felsefeye her dönem bazı problematikler çerçevesinde sürekli yinelenen bir tema olarak karşımıza çıkar. Özellikle çağdaş felsefede yaşam deneyiminin temel gönderenlerinden biri olarak dışımızdakileri, başkalarını hatırlatan ve bu anlamda ben-öteki problematiği çerçevesinde çokça tartışılan bir temadır. Dolayısıyla dostluk teması için bu iki ismin seçilmesi tesadüf değildir. Öznelerarasılığın ve ötekinin yeniden tartışılmaya başlandığı Kıta Avrupası Felsefesinde, ihmale uğramış dostluk meselesi de bu isimlerle birlikte tekrar felsefe sahnesine taşınmıştır. Bu anlamda iki isimden ilk olarak öteki filozofu olarak görülen ve felsefeye etikle başlangıç yapan Levinas’ın ötekiye öncelik verirken dostluk meselesindeki tavrı ve dostlukla ilgili yaklaşımlara yön verip vermediği tartışmaya açılacaktır. Diğer taraftan Dostluk Politikası başlıklı eseriyle öne çıkan Derrida’nın dostluk meselesini yine öteki üzerinden kimlik ve farklılık problemleriyle nasıl ilişkilendirdiği açıklanmaya çalışılacaktır.Publication Bilimsel idealizasyon yöntemine giriş: Aristoteles ve Galilei örneği(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-28) Gül, Fikri; Badem, Karani KağanBilimde olguları açıklayabilmek adına kullanılan pek çok modelleme yöntemi bulunmaktadır. Bunlardan biri de bu çalışmanın konusunu oluşturan bilimsel idealizasyonlardır. Bilimsel idealizasyonlar gerek karmaşıklığı gidererek konuyu basitleştirmek ve daha anlaşılır hale getirmek gerekse de çözüm alınamayan noktalarda ilerleme kaydedebilmek için başvurulan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktalardır. Bilim tarihinde sıklıkla başvurulduğunu gördüğümüz bu yöntemi iki büyük felsefeci ve bilim insanının bakış açısından incelemeye tabi tutacağız. İlk olarak Aristoteles’ten yola çıkarak incelemeye alınan konudan ilgisi olmadığı düşünülen unsurların elenmesi şeklinde bir idealizasyon kullanımına değinecek, devamında ise Galilei ile ele alınan konuda yer alan unsurları manipüle etme şeklinde olan idealizasyon kullanımına değineceğiz. Bu noktalara paralel olarak bilim tarihi ve felsefesi çalışmalarında oldukça önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğümüz idealizasyon kavramının pozitif bir statüye sahip olduğunu da göstermiş olacağız. Bu çalışmadaki amacımız bir yandan hem bilim tarihinde hem de bilim felsefesinde önemli bir yer tutan idealizasyon kavramını açıklığa kavuşturmak, bir yandan da genelde bilimsel modellere özelde ise idealizasyona dair incelemelerde sınırlı sayıda çalışmaya sahip literatüre katkıda bulunmak olacaktır.Publication Antroposentrik ve ekosentrik bağlamda İbn Haldun’da çevre duyarlılığı (bir karşılaştırma denemesi)(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-07) Kırboğa, ZiyaeddinSanayi toplumlarında etkisi daha fazla hissedilen çevre sorunları artık günümüzde küresel bir boyut kazanmıştır. Aynı zamanda çevresel sorunların birçok çeşidinden söz edilir hale gelmiştir. Bu sorunla mücadele etmek ve kitlelerin duyarlılık kazanmasını sağlamak amacıyla geliştirilen çalışma ve önlemler konusunda önemli bir mesafe kat edilmiştir. Ancak istenen sonuç elde edilememiştir. Çevrenin korunmasına yönelik çalışmalar ve önlemler yeni gelişmeler değildir. İnsanlık tarihinde çevre sorunlarının çözümüne yönelik yapılan çalışmaların ve sorunlara yönelik duyarlılığı geliştirmek için ortaya konulan düşüncelerin birçok örneği mevcuttur. İbn Haldun, yaşadığı dönemin şartları içerisinde daha yerleşim aşamasındayken çevre konusuna duyarlılık göstermiş ve bu konuda birtakım önerilerde bulunmuş bir düşünürdür. Dolayısıyla bu çalışmada, İbn Haldun’un çevre sorunlarına yaklaşımı ele alınmıştır. Onun çevre kirliliğini bir problem olarak ele alması, bu sorunun önlenmesi konusundaki tespitleri ve çözüm önerileri irdelenmiştir. Ayrıca İbn Haldun’un çevre görüşünün, doğa merkezli ve insan merkezli temel çevre hareketleriyle bir karşılaştırması yapılmış, bu bağlamda İbn Haldun’un çevre konusundaki yeri tespit edilmeye çalışılmıştır. Çalışmada İbn Haldun’un çevre sorunlarıyla ilgili duyarlılığını ortaya koyduğu Mukaddime merkezde tutulmuş ve konu betimsel analiz yaklaşımı ile ele alınmıştır.Publication Wilhelm von Humboldt’da ulusal karakter ve dil ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-14) Bingöl, SedatHumboldt açısından her dil onu konuşan ulusun ya da halkın dünya görüşünü, değerlerini ve kültürel kimliğini yansıtır. Bir ulusun değerleri, kültürü ve kimliği, o ulusu diğer uluslardan ayıran ögeler olarak karşımıza çıkar. Ulusların sahip olduğu bu ögelerin o ulusun karakterini meydana getirdiğini ifade eden Humboldt, ulusal farklılığı ve çeşitliliği açıklayan ve ulusal birliği tarif eden bir hipotez olarak ‘ulusal karakter’ terimini ortaya atar. Esasen ulusal karakter, ulusun tinine ve ulusa özgü niteliklere gönderme yapar. Bu noktada Humboldt, dili de o dili konuşanların ulusal karakterinin bir ifadesi ve yansıması olarak belirler. Ancak aynı zamanda dilin de ulusun karakteri üzerinde bir etkisi olduğunun altını çizer. Dolayısıyla Humboldt temel olarak dilin ulusal karakterden etkilendiğini ve ulusal karakterin de dilden etkilendiğini iddia eder. Böylelikle Humboldt için dil yalnızca duygu ve düşünceleri ifade eden bir iletişim aracı değil, ulusun tinini de belirleyen ve şekillendiren bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmada, Humboldt’un dil ve ulusal karakter arasında kurduğu ilişki ortaya konarak söz konusu ilişkinin geçerliliği tartışılacaktır.Publication Zayıf düşünce ve etki alanı üzerine bir analiz(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-14) Atilla, Sema CeviriciBu çalışma metafiziksel düşüncedeki varlık ve hakikate dair mutlak bilgi iddialarına yönelik eleştiriler sonucunda gündeme gelen zayıf düşünce (weak thought – il pensiore debole) kavramını ve bunun felsefe, politika ve teolojideki etkilerini ele almaktadır. Bu kapsamda metafiziksel düşünceye yönelik yürütülen bu eleştirilerin hangi saiklerle yapıldığı ve nasıl bir dönüşüme yol açtığı analiz edilecektir. Çalışmamız Gianni Vattimo tarafından gündeme getirilen zayıf düşünce kavramından hareket edecek ancak etki alanını daha geniş bir perspektiften ele alacaktır. Bu kapsamda ilk olarak epistemolojiye dair meseleler ele alınacak akabinde ise etik-politik meselelerle ilişkili olarak ontolojiye dair sorunlar tartışılacak ve son olarak teolojinin zayıflatılmasının ne anlam ifade ettiği üzerinde durulacaktır. Bu çerçevede makale, zayıf düşüncenin etki alanını epistemoloji, ontoloji ve teoloji olmak üzere üç alanda ele alarak bunları birbirleri ile ilişki içerisinde incelemekte ve zayıf düşüncenin ortaya çıkardığı sorunlara ve sunduğu imkanlara dikkat çekmektedir.Publication Heidegger düşüncesinde teoloji ve Yeni Tanrı(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-31) Karakaş, Sevim ErşahinHeidegger Batı düşüncesini oluşturan temelleri bize gösterirken aynı zamanda onun onto-teolojik kökenlerini de ortaya koyar. Bu çalışmamızda, Heidegger’in felsefe aracı olan destrüksiyonuyla felsefe ve teoloji arasında nasıl net bir ayrıma gittiğini, Batı metafiziğinin kökeninin onto-teolojik olduğu tespitine nasıl vardığını ve en nihayetinde de Alman filozofun anlayışında Varlık ve Tanrı’nın aynı şeyler olmadığını göstermeye çalacağız. Heidegger, Batı metafiziği ve Modernite eleştirisinin önemli ayaklarından birini oluşturan onto-teolojik köken analiziyle, “Dünya-Varlık hadisesinin” dile gelmesinde başat rol oynayan kutsallık ve Tanrı kavramlarını Hristiyanlık teolojisi dışında “başka” bir biçimde, yani Tanrı kavramını “Dünya-Varlık hadisesini” veren ögelerden biri olarak ortaya koyar. Dolayısıyla bu çalışma, Heidegger’in Tanrı kavramını nasıl zaman mefhumuyla ilişkilendirdiğini ortaya koymaya çalışır.Publication Aestheticizing politics and politicising aesthetics: Principles of aesthetics in the context of totalitarianism(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-01) Krupa, HenrietaThis article examines the complex interplay between art, society, and power, focusing on the aesthetic strategies employed by totalitarian regimes, particularly Hitler’s Nazi Germany and Stalin’s Soviet Union. Both regimes harnessed aesthetics to propagate their ideologies and suppress dissent. While Nazi Germany aestheticized politics to promote their ideology of racial purity, the Soviet Union politicised aesthetics to glorify the proletariat and the Soviet state through Socialist Realism. The regimes’ manipulation of aesthetics reveals how art can become instrumental in enforcing authoritarian control and shaping public perception through manipulating emotions. The paper further examines common aesthetic principles utilised by totalitarian regimes, aiming to raise awareness about practices of aestheticizing politics and politicising aesthetics, which makes the topic relevant in contemporary turbulent times. The article thus underscores the contemporary relevance of these strategies in the digital age, where art continues to influence political discourse and public behaviour. It calls for a critical engagement with the ethical dimensions of art in politics and advocates for supporting artistic freedom to ensure that art serves as a tool for empowerment of the silenced, resistance against totalitarianism, and positive social change. Through historical and contemporary lenses, this study highlights the dual potential of art to both oppress and liberate, emphasising the need for vigilance in maintaining its ethical use in society.Publication Hegel versus Hobbes: İnsanın varkalımsal aracı olarak savaş(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-04) Rızvanoğlu, ErenBu makale, birbirinden farklı felsefi yaklaşımlar içerisinde yer alan Hobbes ile Hegel’in savaş üzerine düşüncelerini karşılaştırmalı olarak ele almaktadır. Söz konusu her iki filozofun ortak yanı, mutlak bir otoritenin yokluğunda savaşın nasıl ele alınacağına dair farklı yaklaşımlarda bulunmuş olmalarıdır. Siyaset felsefesi açısından da son derece önemli olan bu konu, modern siyaset anlayışının temellerini inşa etmede merkezi bir rol oynamıştır. Bu açıdan bakıldığında Hobbes, savaşı, herkesin herkese karşı çatışması olarak ele almakta ve savaşı değil, barışı istisna bir hâl olarak değerlendirmektir. Hobbes’a göre savaş, insanların doğa durumunda yaşadıkları belirsizlik ve güvensizlik halinin bir sonucudur. Hegel ise savaşı, tarihsel bir zorunlulukla ortaya çıkan ve ortaya çıktığı dönemdeki koşulların yozluğunu bertaraf eden bir olgu olarak ele almaktadır. Makalede, Hobbes’un savaş durumu ile Hegel’in efendi köle diyalekti arasında bir paralellik olduğu ve görünürde savaşı farklı nedenlere dayandıran her iki filozofun, aslında savaşın neliğine dair açıklamalarının ortak iki ayrı nedenden kaynaklandığı hususu vurgulanmıştır. Bu nedenlerden biri, temelde insanın kendi varlığını geleceğe dönük olarak her daim sakınması olarak ele aldığımız insanın varkalma talebiyken diğer neden ise bu taleple bağlantılı olarak görünür olan başkasınca tanınma ve onanma arzusudur.Publication Antihümanizm’in ve felsefi posthümanizm’in karşılaştırmalı bir analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-06) Çam, Nihat; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü; 0000-0002-6774-8166Modern düşünce geleneğinden ve Batı metafizik anlayışından epistemolojik kopuş Nietzsche ile birlikte hız kazandı. Nietzsche ve sonrasında Modern düşüncenin en büyük karakteristiği olan Hümanizm ağır eleştirilere tabi tutulmuş ve terkedilmeye başlanmıştır.Antihümanizm ve Felsefi Posthümanizm Batı metafizik geleneğine karşı ortaya çıkan iki harekettir.Antihümanizm 20. Yüzyıl düşüncesi içerisinde ortaya çıkarken Felsefi Posthümanizm 21. Yüzyılın düşünce modasıdır.İkisinin birbirine paralel pek çok düşüncesi olduğu gibi birbirleriyle asla anlaşamayacakları düşünceleri de mevcuttur. Çalışmada Antihümanist düşünce Nietzsche, Heidegger, Foucault bağlamında, Felsefi Posthümanizmise Braidotti, Ferrando gibi temel Posthümanist düşünürler bağlamında incelenecek, iki düşünce biçiminin de genel çerçevesi ortaya konacaktır. Çalışmanın sonuç kısmında ise Antihümanizm ile Felsefi Posthümanizm’in benzerlikleri ve farklılıkları ortaya konulacaktır.Publication Doğrudan indirgemeler üzerine iki değerli mantık açısından bir inceleme - II: Aynı basit önermelerden oluşturulan bileşik önermelerin birbirine indirgenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-08) OSMAN, FİKRET; Bursa Uludağ Üniversitesi/Fen-Edebiyat Fakültesi/Felsefe Bölümü; 0000-0003-2542-4515The joint denial proposition “it is neither true that the sea is foggy nor that it is not foggy” and the incompatibility proposition “it is not true that the sea is both foggy and not foggy”; the disjunction proposition “the student is diligent or not diligent” and the conjunction proposition “it is not true that the student is diligent and not diligent”; the incompatibility proposition “it is not true that the city of Paris is both within the borders of the country of France and not within the borders of the country of France” and the conjunction proposition “it is not true that the city of Paris is within the borders of the country of France and not within the borders of the country of France” are compound propositions created from the same simple propositions and reducible to each other in the context of two-valued logic. Like these propositions, many compound propositions created from the same simple propositions can be reduced to each other. In this study, it is tried to reveal all the variations of reducing compound propositions created from the same simple propositions to each other in the context of two-valued logic. In the first part of the study, the reduction of the compound propositions with the same simple propositions formed without the use of negation joints is included. In the second part, the reduction of compound propositions with the same simple propositions created using the negation joint is included. In the third part, compound propositions with the same simple proposition formed without using the negation joint and compound propositions with the same simple proposition formed using the negation joint, which are reduced to each other, are included.Publication Jean Luc Marion düşüncesinde fenomenoloji ve teolojinin kesişimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-08) Bekalp, Bilal; Bursa Uludağ Üniversitesi/İlahiyat Fakültesi/Felsefe ve Din Bilimleri; 0000-0001-8733-959XBu makale, Çağdaş Fransız felsefesinin önemli düşünürlerinden biri olarak görülen Jean Luc Marion'un (1946 - ) fenomenolojik yaklaşımının, ilahi olanla karşılaşıldığında geleneksel metafiziğin ve rasyonel kavrayışın sınırlarının altını çizerek teolojik söylemi nasıl yeniden canlandırdığını incelemektedir. Marion, felsefenin bilince verilen her şeyi kabul etmesi ve bunu yaparken de ilahi vahyin olasılığını düşünmek için titiz bir argüman oluşturmaya çalışmıştır. Marion'un fenomenolojiyi genişletme girişimi, felsefenin bilince tezahür ettiği iddia edilen hemen her fenomeni dikkate alması için bir araç sunmaktadır. Marion'un özellikle doygun fenomen ve verilmişlik kavramına odaklanan fenomenolojik çerçevesi, kavramsal düşüncenin putperest eğilimlerine karşı güçlü bir eleştiri sunar. Marion, rasyonel ve epistemik yetilerimizin kapasitesini aşan fenomenlerin deneyimsel verilebilirliğini vurgulayarak, ilahi olanı kavramak için yeni yollar açmaya çalışır. Bu yollar teoloji ile fenomenolojinin kesişmesi ile sonuçlanır. Bu açıdan Marion fenomenolojisini geliştirirken, Vahiy ve verilmişlik kavramlarını devreye sokar. Burada insanın bakışından kaynaklanan ve onun bakışını aşan fenomenlerin İlahi olan ile ilişkisi tartışılır. Söz konusu meseleler göz önüne alındığında makalede, Marion’un fenomenolojiyi bir yöntem olarak kullanarak teolojiyi temellendirdiği iddiası üzerinden hareket edilmekte ve felsefe ile teolojinin sınırlarının bulanıklaştığı düşüncesi ileri sürülmektedir.Publication Aristoteles ve Heidegger’de theoria perspektifinden varlık(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-23) Kutgi, HanifeVarlık meselesini sistematik bir şekilde ele alan Aristoteles varlık olmak bakımından varlığı sorgulamış ve onu tikel var olanlardan ayırt ederek var olanların farklı şekillerde dile getirilebildiğini ifade etmiştir. İlk Felsefe’de bilginin nedenlerin anlaşılması olarak kabul edilmesi ve bilmenin theoria yani temaşa ile ilişkilendirilmesi varlık hakkında bilgi sahibi olmanın da temaşa ile bağlantılı olarak düşünülebileceğini belirtir. Aristoteles düşüncesinde temaşanın pratik olanla birlikte bulunması onu etikle ilişkili hale getirir. Ancak Heidegger Aristoteles de dahil olmak üzere bütün metafiziği varlığı bir var olana indirgediği ve varlık sorusunu unuttuğu gerekçesiyle eleştiriye tâbi tutarak varlığı daha farklı bir anlam çerçevesinde düşünür. Yöntem olarak benimsediği fenomenoloji aracılığıyla Heidegger unutulan varlık sorusunu Dasein’dan hareketle ele alır. Aristoteles’te varlık sorgulaması temaşa temelinde gerçekleşen nedenlerin bilgisi olarak karşımıza çıkarken Heidegger’de fenomenolojik yöntem esasında bu, Dasein hermeneutiği olarak gizini-açma şeklinde sunulur. Bu minval üzere çalışmanın amacı, Aristoteles ve Heidegger’in varlık anlayışlarını theoria perspektifinden ele almaktır. Varlığa temaşa perspektifinden bakmak, varlığa ilişkin sorgulamanın nasıl teorik bir mesele olmaktan çıkıp pratikle ilişkili hale geldiğini görmemizi sağlar.Publication The changing definition of human nature from traditional to contemporary approaches: A view of human nature in the philosophy of information(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-24) Kantar, NesibeAbstract: The issue of what human nature is an important issue for understanding the present and building the future. The place of human beings in the universe as well as their duty, their relationship with society, and their environment has been shaped by the meaning attributed to human nature. This article examines the transformation that the understanding of human nature in traditional philosophy has undergone after the information revolution from the perspective of information philosophy. Information technologies, which have integrated into every area of our lives after the information revolution, has deeply affected our scientific, economic, intellectual, and cultural activities. With the information revolution, human nature has been redefined with its characteristics that participate in design and creation activities, thanks to its interaction abilities, which are information-processing capacities, beyond biological and spiritual characteristics. The understanding of human nature has been addressed in different historical periods since the mythological period. The subject here is to evaluate the understanding of human nature from the traditional to the present. The anthropocentric understanding of humans, traditionally defined in the context of biological, physiological, and spiritual characteristics, is defined in the philosophy of information in a holistic context as an agent with information processing capacity, an informational object. As an entity that carries and processes information, humans are evaluated in the same category as information technologies such as cybernetic systems and artificial intelligence, although they have different characteristics, as informational objects. In addition, this study aims to provide a new perspective to the literature by examining the change process in the understanding of human nature.Publication Deleuzecü dil anlayışının söz edimleri kuramı açısından değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-28) Ünlüsoy, AbdulhanSöz edimleri kuramı dil fenomenine performatif açıdan yaklaşan toplumsal olguları gündelik yaşamın kendi bağlamı içinde ele almaya çalışan önemli 20. yüzyıl felsefi eğilimlerden biridir. Bu kurama göre dil, toplumsal bir fenomen olarak insanlar arası etkileşim ihtiyacından doğan pratik bir fenomendir. Toplumsal temelli kurumsal yapılarsa varlıklarını ve varlıklarının devamını dile borçludurlar. Dilin böyle bir toplumsallığının yanında toplumu aşan, her türlü bireysel müdahalelerle birlikte önceden tasarlamaların hepsine direnen aşkın bir yönü de vardır. Dil, aynı zamanda yönelimsel formların da taşıyıcısıdır. Bu durum onun bir sembolizm formu olmasından kaynaklanır. Yani dilin bir sembolizm formu olarak bir şeyi temsil ediyor oluşu onun özsel bir özelliği değil bizim zihnimizin yönelimselliğinin bir sonucudur. Bizzat Searle’e göre filozofların sosyal olguları tam anlamıyla açıklamadaki başarısızlıklarının nedeni, onların söz edimleri kuramına ait kavramların bilgisine sahip olmamalarıdır. Dolayısıyla bu makale, böyle bir misyon yüklenen söz edimleri kuramıyla Deleuzecü dil anlayışı arasında birtakım ilgiler kurma amacındadır. Mesela söz edimleri kuramındaki dilin performatifliğinin onun bedenselliğine, performatiflerin önermesel yönlerininse dilsel sembolizme yönelik olduğuyla Deleuzecü dil anlayışındaki dilin bir beden oluşu ve onun aynı zamanda dilsel bir sembolizm biçimi olarak anlaşılması arasında bir benzerlik görülebilir. Aynı şekilde söz edimleri kuramında dilin bir uzlaşı sistemi olduğu kabulüyle Deleuzecü anlayıştaki bu dilsel uzlaşının dilin sınırlarına gönderme yapması arasında da bir ilgi kurulabilir. Ve yine söz edimleri kuramındaki dilin konuşanla dinleyen arasında gerçekleşen aktüel bir iletişim biçimi olduğu inancının bir sonucu olarak dilin temsil yönüne bağlı bir takım politik ve güç ilişkileri temelli fonksiyonu ile Deleuzecü dil anlayışındaki dilin, gramerin ve dili kullananlar arasındaki güç ilişkileri durumları arasında bazı ilgiler kurulabilir. Söz edimleri kuramında oldukça önemli olan yönelimsellik, edimsellik, yinelenebilirlik/dile getirilebilirlik ilkesi gibi kavramlarla Deleuzecü düşüncedeki emir sözlerin işlevleri, yersiz yurtsuzlaşma gibi kavramlar arasında birçok benzerlikler bulmak mümkündür. Bu çalışma, bu açıdan söz edimleri kuramı ile Deleuze’ün dil anlayışı arasında karşılaştırmalı bir ilgi kurma denemesidir.