Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/939
Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.
Browse
Browsing by Language "tr"
Now showing 1 - 20 of 2543
- Results Per Page
- Sort Options
Item 0-6 yaş grubu sağlıklı çocuklarda gerdirilmiş penis uzunluğu ölçümleri(Uludağ Üniversitesi, 2011) Gül, Yahya; Sağlam, Halil; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim DalıOrtalama penis uzunluğunun etnik kökene göre değerlendirilmesi ve güncellenmesi son yıllarda yapılan çalışmalar ile ortaya konmuştur. Bu çalışmada 0–6 yaş grubu Türk çocuklarında kullanılabilecek gerdirilmiş penis uzunluğu ortalama değerlerinin saptanması ve penis uzunluğu/boy arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Sağlam Çocuk Polikliniği ve Dörtçelik Çocuk Hastanesine 1 Şubat 2010 ile 31 Ocak 2011 tarihleri arasında başvuran, sağlıklı 0–6 yaş grubundaki 948 sünnetsiz, erkek çocuk kesitsel olarak çalışmaya alındı Olgular yaşlarına göre; yenidoğan (0–0.9) ay (n:101), 1–3 ay (n:96), 3.1–6 ay (n:111), 6.1–12 ay (n:102), 12.1–24 ay (n: 127), 24.1–36 ay (n:102), 36.1–48 ay (n:106), 48.1–60 ay (n:101). 60,1–72 ay (n: 102) olarak gruplandırıldı. Prematüritelik, kronik hastalık ve mikrogenitalya nedeni olabilecek spesifik bir sendrom ya da endokrinolojik anormalliği olanlar çalışma dışı bırakıldı. Çalışmaya alınan çocukların penis uzunluğu, boy, kilo gibi antropometrik ölçümleri alındı. Penis uzunluğu ölçümü, gerdirilmiş pozisyonda ucu ramus pubise dayanan cetvel yardımı ile ölçüldü. Penis gerdirilmiş durumda iken ramus pubis ile glans penis arası mesafe cm olarak kaydedildi. Persentil eğrileri LMS Chart Maker Pro Version 2.3 kullanılarak oluşturuldu. Penis uzunlukları ve penis uzunluğu/boy oranı tabloları ve persentil eğrileri oluşturuldu. Çocukların ortalama penis uzunlukları ve penis uzunluğu/boy oranı ort±SS ve median, minimum-maksimum değerler olarak verildi. Mikropenis gerdirilmiş penis uzunluğunun yaşa göre ortalama değerden -2 standart sapma daha küçük olması olarak tanımlandı. Çalışmamızda 101 term yenidoğanda ortalama gerdirilmiş penis uzunluğu 2,76±0,42 olarak saptandı. Yenidoğanda mikropenis için sınır değer -2 standart sapmaya göre 1,92 cm olarak belirlendi. Penis uzunluğu ile boy arasında anlamlı bir ilişki mevcuttu. Yenidoğanlarda ortalama penis uzunluğu/boy oranı 0.053±0,008 idi. Bu oran daha büyük çocuklarda 0.042±0.007 ile 0.052±0.008 arasında değişmekteydi. Bu çalışma 0–6 yaş grubu Türk çocuklarının penis uzunlukları için yeni referans değerler ve persentil eğrileri oluşturmamızı sağladı. Ayrıca belirlenen penis uzunluğu/boy oranları bu yaş grubundaki çocuklarda penis uzunluğunun değerlendirilmesine katkıda bulunabilir.Item 01 Ocak 2009- 31 Mart 2016 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi Gastroenteroloji Polikliniğine başvuran ve özofagusta web saptanan hastaların retrospektif değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2017) Arslan, İsmail; Nak, Selim Giray; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıÖzofagus webleri lümeni tam veya yarım halka şeklinde daraltan, mukoza ve submukozadan oluşan ince, şeffaf, membranöz yapılardır. Çalışmamızda web saptanan hastaların demografik özelliklerinin, anemi parametrelerinin, eşlik eden hastalıklarının, endoskopik bulgularının, semptom süresinin, web bölgesinin, tanıda özofagografi kullanımının, uygulanan tedavilerin ve Plummer Vinson Sendromu (PVS) görülme sıklığının değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamıza 01 Ocak 2009-31 Mart 2016 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi Gastroenteroloji Polikliniğine başvuran ve özofagial web saptanan 68 hasta dâhil edildi. Hastaların demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar bulguları elektronik ortamda hastane bilgi yönetim sistemi ile retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya dâhil edilen hastaların yaş ortalaması 50,97 (18-89) olup, hastaların %89,7'si kadın (n=61), %10,3'ü erkekti (n=7). Hastaların %91,8'inde (n=62) disfaji mevcuttu. Yapılan endoskopilerin %85,3'ünde (n=58) tek web, %14,7'sinde (n=10) multiple web saptandı. Weblerin %89,7'si (n=61) proksimal özofagustaydı. Tedaviyi kabul eden 65 hastanın %81,5'ine (n=53) buji dilatasyon uygulandı. %18,5'inin (n=12) ise webleri endoskop ile yırtıldı. Başlangıçta dilatasyon yapılan 53 hastanın %47,2'sine (n=25) tekrar dilatasyon uygulandı. 26 hastada PVS triadı (disfaji, demir eksikliği anemisi ve proksimal özofagusta web) vardı. Çalışmamızda hastaların yaş ve cinsiyet dağılımı, saptanan ek hastalıkları literatür ile benzerdi. Hastaların yaşı arttıkça multiple web saptanma ve proksimal dışı web saptanma sıklığının arttığı görüldü. 1 hastada PVS tanısı konulduktan 3 yıl sonra özofagus skuamöz hücreli kanseri saptandı.Item 01.01.2013 - 01.07.2013 tarihleri arasında U.Ü.T.F. gastroenteroloji kliniğinde ERCP işlemi yapılan hastaların değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2014) Taşdemir, Ünal; Gülten, Macit; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıERCP (Endoskopik Retrograd Kolanjiyopankreatografi) , pankreas ve safra yolları hastalıklarının teşhis ve tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir işlemdir. ERCP sonrası pankreatit, kolanjit, kanama, perforasyon sık karşılaşılan komplikasyonlardır. Pankreatit, ERCP'nin en sık karşılaşılan komplikasyonudur. Bu çalışmada ERCP işlemi sonrası gelişen komplikasyonlar ve sıklıklıkları, post-ERCP pankreatitin olası risk faktörleri araştırıldı. Çalışmaya 01.01.2013/01.07.2013 tarihleri arasında UÜTF (Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi) Endoskopi Ünitesinde çeşitli endikasyonlarla tanı ve tedavi amaçlı ERCP işlemi yapılan toplam 263 hasta alındı. 24 hastada ERCP sonrası 25 komplikasyon gelişti. Hastaların 15'inde(%5.7) post-ERCP pankreatit, 3'ünde (%1.1) kolanjit, 4'ünde (%1.5) kanama, 1'inde (%0.4) perforasyon, 2'sinde (%0.8) basketin taşa impaktasyonu gelişti. Post-ERCP pankreatit gelişen hastalar da; öncesinde akut pankreatit, kolesistektomi, ERCP öyküsünün olması, yaş, cinsiyet, ERCP tekniği, işlem sırasında pankreatik kanala girilmesi veya pankreatik kanala opak madde kaçışı risk faktörü olarak araştırıldı. Pankreatit gelişen hastaların yaş ortalaması 50.2±16.8 yıl, pankreatit gelişmeyen hastaların yaş ortalaması 60.1±16.9 yıl idi ve yaş ile pankreatit gelişimi arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0.22). Post-ERCP pankreatit gelişen hastaların 10'u (%66.7) kadın, 5'i (%33.3) erkek idi ve cinsiyet ile post-ERCP pankreatit gelişimi arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=1.000). ERCP öyküsü olan 49 hastanın 5'inde pankreatit gelişti ve pankreatit gelişimi açısından anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0.166). Kolesistektomi öyküsü olan 19 hastanın 2'sinde pankreatit gelişti ve pankreatit gelişimi açısından anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0.296). Akut pankreatit öyküsü olan 25 hastanın 2'sinde pankreatit gelişti ve pankreatit gelişimi açısından anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0.132). ERCP tekniği olarak ERCP kateteri veya sfinkteratom kullanılan 242 hastanın 12'sinde, pre-cut kesi yapılan 21 hastanın 3'ünde pankreatit gelişti ve pankreatit gelişimi açısından anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0.107). ERCP sırasında pankreatik kanalı kanüle olan veya pankreatik kanala opak madde kaçışı olan 33 hastanın 8'inde pankreatit gelişti ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Çalışmamıza alınan hastaların çoğunun yaşlı ve kadın olması, hasta sayımızın az olması ve çalışmamızın retrospektif olması böyle bir sonucu ortaya çıkarmış olabileceğinden daha fazla hasta sayısı ile prospektif çalışmalara ihtiyaç olduğu görüldü.Item 1 Ocak 2010 – 31 Aralık 2021 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde anti-HCV pozitifliği saptanan olguların retrospektif değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özer, Rabia Aslı; Yılmaz, Emel; Tıp Fakültesi; Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim DalıÇalışmamızda, farklı klinik ve polikliniklerden, farklı amaçlarla istenen anti-HCV testlerinin pozitif sonuçlanma oranlarını ve anti-HCV pozitif bireylerin demografik özelliklerini, risk faktörlerini, HCV RNA test istem oranlarını, genotiplerini, klinik, laboratuvar ve görüntüleme özelliklerini, tedaviye ulaşma ve tedavide başarı oranlarını inceleyerek literatüre katkıda bulunmayı amaçladık. Çalışmamız tek merkezli bir çalışma olup, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 1 Ocak 2010 – 31 Aralık 2021 arasında anti-HCV pozitifliği saptanan hastalar, hastane otomasyon veri sistemi üzerinden retrospektif olarak değerlendirildi. Rekürren testler çıkarıldığında 163.135 anti HCV testi istendiği ve %2,3’ünün (n=3767) antiHCV pozitif olduğu belirlendi. Bunlardan 18 yaşın altında olan hastalar çalışma dışı bırakılarak, 3655 hasta çalışmaya dahil edildi. En çok anti-HCV istemi yapan gastroenteroloji (%20,7) iken, anti-HCV testlerinin en yüksek oranda pozitif sonuçlandığı enfeksiyon hastalıkları (%7,93) idi. Anti-HCV pozitif hastaların %80,8’inden (n=2954) HCV RNA istendiği ve %45,7’sinin (n=1350) HCV RNA pozitif olduğu belirlendi. HCV RNA isteme oranı enfeksiyon hastalıklarında %97,2; gastroenterolojide %89,8 idi. Diğer branşlarda antiHCV pozitif saptanan hastaların %45,3’ünün ilgili bölümlere yönlendirildiği ve %33,7’sinden HCV RNA istendiği belirlendi. Hastaların %77,5’inin genotip bilgisine ulaşılırken, genotip 1-1b %57,9 ile en sık görülen genotip olarak vurgulandı. HCV RNA pozitif olguların %61,6’sının tedaviye ulaştığı, tedavilerin %68’inde tedavi sonrası 24.ayda viral yük değerlendirildiği tespit edildi. DEA rejimi ile tedavi edilenlerde %99’unda; IFN + DEA rejimi ile tedavi edilenlerin %97’sinde ve IFN bazlı rejim ile tedavi edilenlerin %81’inde 24.ayda kalıcı viral yanıt sağlandığı belirlendi. Sonuç olarak çalışmamızda HCV enfeksiyonu olan hastalara tanı konulmasında, tedavi amaçlı uygun hekime yönlendirilmesinde, HCV RNA isteme oranlarında ve tedavi takibinde eksiklikler olduğu görüldü.Item 1.5T ve 3.0T MR görüntüleme ile proksimal humerus epifizinden adli yaş tayininde Vieth metodunun uygulanabilirliğinin retrospektif değerlendirmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Aydoğan, Taner; Fedakar, Recep; Tıp Fakültesi; Adli Tıp Ana Bilim DalıAdli yaş tayini, Ceza Hukuku ve Medeni Hukuk başta olmak üzere hukukun birçok alanında önem arz etmektedir. Bu çalışmamızda, Vieth ve ark. tarafından proksimal tibia ve distal femur epifzleri için önerilen 5’li evreleme yöntemi kullanılarak, aynı metodun proksimal humerus epifizi için uygulanabilir olup olmadığı ve ülkemizde yaş tayininde bu metodun uygulanabilirliğinin değerlendirilmesi amaçlandı. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı tarafından 1.5 Tesla (T) ve 3.0T Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) tarayıcıları ile omuz MRG yapılan, yaşları 10-30 arasında değişen toplam 629 hastaya ait omuz MRG’leri iki gözlemci tarafından yaş tayini amacıyla değerlendirildi. Olguların 388’i erkek ve 241’i kadındı. 1.5T ve 3.0T MRG tarayıcılarından elde edilen Omuz MRG’lerine ait, koronal oblik oryantasyonda T1 ağırlıklı turbo spin eko (T1-w TSE) ve T2 ağırlıklı turbo spin eko (T2-w TSE SPAIR) dizilerindeki görüntüler değerlendirildi. 1.5T MRG için 5 ve 6. evrenin izlendiği minimum yaşlar kadınlarda sırasıyla; 17,42 ve 22,02 yıl, erkeklerde; 18,77 ve 21,10 yıl olarak tespit edildi. 3.0T MRG için kadınlarda; 18,66 ve 21,06 yıl, erkeklerde; 18,85 ve 22,69 yıl olarak tespit edildi. 1.5T MR görüntülerine göre 2. evredeki olgularda cinsiyetler arasında anlamlı farklılık izlendi. Hem 1.5T MRG hem de 3.0T MRG için gözlemci-içi ve gözlemciler arası uyumluluklar çok iyi bulundu. (κ > 0.80) Çalışmamızdan elde edilen veriler; Vieth ve ark. tarafından belirlenen evreleme sistemine göre; erkeklerde proksimal humerus epifizi için 5 ve 6. evrelerin, kadınlarda proksimal humerus epifizi için 6. evrenin Türk popülasyonunda reşitliğin tespitinde kullanılabileceğini göstermektedir. Bu evreleme metodunun proksimal humerus epifizinden yaş tayini amacıyla araştırmacılar için uygulanabilir bir yöntem olduğu kanaatindeyizItem 1987-1989 yılları arasında Kliniğimizdeki myoma uteri olgularının incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 1989) Karaküçük, Memik; Tıp Fakültesi; Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalı1987-1989 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Polikliniğine yaklaşık olarak 25.000 kadın hasta başvurmuş, bunlardan 250 kadarına myoma uteri ön tanısı konmuştur. Myoma uteri ön tanısı konulan bu hastalardan 189 tanesi operasyon için kliniğimize yatmayı kabul etmiş olup bunlardan ancak dosyası bulunabilen 122 olgu araştırma kapsamına alınmıştır. Bu iki yıllık dönem içerisinde doğum ve jinekolojik nedenlerle 5024 hasta yatırılarak tedavi edilmiştir. Bunlardan 859 'una operasyon uygulanmıştır. Operasyon uygulanan olguların 189 tanesi myom nedeni ile opere edilmiştir. Araştırma alanımıza giren hastalarda, myoma uteri tanısı konulan hastaların yaş ortalaması 42'dir. Ortalama gebelik sayısı 3, doğum sayısı ise 2'dir. Hastalarımızın hemen çoğunun şikayeti vaginal kanama ve/veya bel-kasık ağrısı idi. Myomlu uterusun büyüklüğü daha çok 2 veya 3 gebelik ayı iriliğinde idi. Bu olgularda yaş durumuna göre en çok TAH veya TAH+BSO yada TAH+USO uygulanmıştır. Genç hastalarda myomektomi tercih edilmiştir. Postoperatif dönemde komplikasyonlar yok denecek kadar azdır. Myoma uteri ön tanısı ile kliniğe yatan ve ameliyat edilen hastaların hemen hemen hepsi postoperatif olarak da myom tanısı almıştır. Çok az bir grup hasta adenomyozis olarak rapor edilmiştir. Myom tanısının bu kadar doğru konulabilmesinde iyi bir anamnez ve doğru pelvik muayeneye ilaveten, aynı zamanda, preoperatif olarak hemen her vakaya uygulanan ultrason ve teşhis küretajlarının da rolü büyüktür.Item 1996-2000 yılları arasında Bursa'da yapılan zorlamalı ölüm otopsilerinin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2002) Türkmen, Nursel; Çoltu, Atınç; Tıp Fakültesi; Adli Tıp Ana Bilim DalıBu çalışmada 1996-2000 yıllan arasında Adli Tıp Kurumu Bursa Grup Başkanlığı Morg İhtisas Dairesi'nde otopsisi yapılan 1321 zorlamalı ölüm olgusu materyal olarak kullanılmış ve Bursa yöresine ait zorlamalı ölüm olgularının profilinin çıkarılması amaçlanmıştır. Zorlamalı ölüm olgularının tüm adli otopsi olgularına oranı %60,1'dir. Zorlamalı ölüm olgularının %77,44'ü erkek, %22,56'sı kadındır. Zorlamalı ölümler içinde asfiksiler %29,3 ile ilk sırayı almış, bunu %27,02 ile ateşli silah yaralanmaları, %16,12 ile kunt travmalar, % 12,79 ile alet yaralanmaları, %7,95 ile zehirlenmeler, %3,03 ile müşterek sebepler, %2,27 ile elektrik çarpması, %0,68 ile yanık ve %0,38 ile çeşitli patlamalar sonucu ölümler izlemiştir. Asfiksiler içinde en çok ölüme yol açan neden ası (%45,47), kunt travmalar içinde ise trafik kazalarıdır (%37,56). Olguların %38,83'ü cinayet, %31,95'i kaza, %26,27'si intihar olup %2,95'inde orijin belirlenememiştir. Elde edilen bulguların başka bölgelerde yapılan çalışmalarda elde edilen sonuçlarla karşılaştırması yapılmış, ancak bölgesel çalışmaların son derece sınırlı sayıda olduğu görülmüştür. Ülke profili çıkarılması açısından bu çalışmaların arttrılması gerektiği vurgulanmıştır. Adli otopsilerde ortaya çıkan sonuçlar tartışılmış ve çözüm önerilerinde bulunulmuştur.Item 20. hafta ve üzeri gebelerde umblikal ve uterin arter doppler indeksleri ile plasentadan yapılan shear wave elastografi (SWE) ve superb microvascular imaging (SMI) ölçümlerinin retrospektif olarak karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023) Akay, Tayfun; Topal, Naile Bolca; Tıp Fakültesi; Radyoloji Ana Bilim DalıPlasental yetersizlik, perinatal morbidite ve mortalitenin önemli sebeplerinden biridir. Bu nedenle tedavi ve takip planı açısından erken tanısı çok önemlidir. Plasental yetersizliğin tanısında, erken bulgulardan kabul edilen uterin ve umblikal arter dalga formlarındaki değişiklikler obstetrik doppler incelemesinin önemini arttırmaktadır. Ancak obstetrik doppler incelemesi plasental morfoloji ve mikrovasküler düzeydeki değişiklikler hakkında bilgi vermemektedir. Son yıllardaki teknolojik gelişmeler ile birlikte kullanım alanları artan Shear Wave Elastografi (SWE) ve Superb Microvascular Imaging (SMI) yöntemleri, plasental sertliği ve mikrovasküler düzeydeki değişiklikleri göstermede sıklıkla kullanılan teknikler olmuştur. Biz de bu çalışmada Obstetrik Doppler indeksleri ile plasentadan yapılan SWE ve SMI ölçüm sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık. Retrospektif yapılan çalışmamıza 18 yaş ve üzerinde, 20. hafta ve üzeri gebelik haftasında olan 66 gebe dahil edilmiştir. Anterior yerleşimli plasentası bulunan bu olgularda plasentada shear wave elastografi görüntüleme tekniği ile plasenta sertlik dereceleri (kPa) ve superb microvascular imaging görüntüleme tekniği ile vasküler indeks (%) değerleri kaydedildi. Obstetrik doppler indekleri ile bu değerler arasındaki ilişkiye bakıldı. Santral ve periferal plasentadan yapılan SMI ölçüm sonuçları ile doppler indeksleri arasında negatif yönde anlamlı korelasyon saptandı. Cilt altı yağ doku kalınlığına göre grup 1 ve grup 2’e dahil edilmiş gebelerden yapılan santral SMI ölçüm değerleri (p=0,027) ile Periferal SMI ölçüm değerlerinde (p=0,012) anlamlı fark saptandı. Obezite olan ve olmayan gruplar arasında santral elastografi ölçümleri (p=0,049) ve periferal SMI ölçüm değerleri (p=0,028) bakımından anlamlı fark gözlendi. Bu çalışmanın sonucunda obstetride konvansiyonel doppler ultrasonografi incelemelerinin yanı sıra plasentanın değerlendirilmesinde gri skala, SWE ve SMI’dan oluşan multimodal USG’nin, günlük pratikte ve çalışmalarda daha fazla kullanılmasıyla ultrasonografinin tanısal etkinliğinin artacağı ve hasta yönetimine klinik faydalar sağlayacağı düşünülmektedir.Item 2000-2009 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Faküitesi Gastroenteroloji Bilim Dalına başvuran ülseratif kolit tanılı hastaların retrospektif değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2010) İbanoğlu, Mahmut Serbülent; Nak, Selim Giray; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıÇalışmamızda Uludağ Üniversitesi Gastroenteroloji Bilim Dalı tarafından 2000-2009 yılları arasında takip edilen 105 ülseratif kolitli hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların klinik bulguları, klinik şiddeti, hastalığın yaygınlığı, hastalık seyri sırasında ortaya çıkankomplikasyonlar, uygulanan medikal tedavi ve hastalığın seyri hakkında bilgiler değerlendirilerek analiz edildi.Ülseratif kolitli vakalarımızın epidemiyolojik verileri incelendiğinde hastaların 63'ünün (%60) erkek, 42'sinin (%40) bayan olduğu saptandı. Erkek bayan oranı ise 1.5/1 idi. Hastaların 27 (%29,7) sinde sigara kullanım öyküsü mevcut iken, hastaların hiçbirisinde oral kontraseptif kullanımı ve birinci derece yakınlarında ülseratif kolit öyküsü saptanmamıştı. Hastaların 30'u (%33) lise, 23'ü (%25,3) üniversite eğitimi almışken 4'ü (%4,4) okur yazar değildi. Hastaların büyük çoğunluğu 89 (%84,8)'u evli iken 12 hasta (%11,4) bekar idi. Ülseratif kolitli hastalarımızda en sık gözlenen şikayetlerin; karın ağrısı 86 olguda (%92,5), kanlı diare 90 olguda (%77), mukuslu dışkılama 59 olguda (%62) olduğu gözlendi. Hastaların 35'inde (%38) ateş, 22'sinde (%24,7) kilo kaybı, 5'inde (%5,4) kabızlık mevcuttu. Yapılan diğer çalışmalarda ülseratif kolitin klinik bulguların görülme sıklığı da benzer oranlarda tespit edilmiştir.Hastalığın klinik şiddeti ?Truelove-Witts? kriterlerine göre; 37 hasta (%36,6) hafif şiddetli, 36 hasta (%35,6) orta şiddetli, 28 hasta (%27,7) ağır şiddetli ülseratif kolit olarak değerlendirildi. Hastalığın yaygınlığı yapılan kolonoskobik işlemde tutulan kolon bölgesine göre sınıflandırıldı. Distal kolit 37 hastada (%36,3), sol kolit 17 hastada (%16,7), yaygın kolit 19 hastada (%18,9), pankolit 29 hastada (%28,4) gözlemlendi. Hastalarımızın tümüne ASA preparatı uygulanmışken, 45 hastaya (%44,1) steroid, 35 hastaya (%33,7) 5-ASA ,azatiopürin ve steroid kombine tedavisi uygulanmıştı. 3 hastaya (%2,9) ise siklosporin tedavisi uygulanmıştı. Ülseratif kolitli hastalarımızda en sık gözlenen komplikasyonların 5 olguda (%4,9) perforasyon ve 4 olguda (%3,9) karsinom olduğu gözlemlenmiştir.Hepatosteatoz, cilt ve eklem bulguları en sık gözlenen ekstraintestinal tutulumlar olarak saptandı. Hastalarımızda hastalığın seyrinin 71 olguda (%69,2) kronik intermittant hastalık, 13 olguda (%12,4) kronik devamlı hastalık, 5 olguda (%4,8) akut fulminant hastalık olarak tespit edildi. 6 hastanın (%5,7) sadece tek atak geçirdiği ve 1 hastanın ülseratif kolit ile ilişkili perforasyon komplikasyonu ile öldüğü 2 hastanın ise ülseratif kolitle ilişkili olmayan nedenlerle öldüğü saptandı.Item 2000-2020 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği ve polikliniğinde takip edilen enfektif spondilodiskit tanılı hastaların retrospektif incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022) Taşdemir, Canan; Yılmaz, Emel; Tıp Fakültesi; Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim DalıSpondilodiskitin klinik bulguları özgül olmadığı için tanıda zorluklar ve gecikmeler yaşanabilir. Tedavi başarısı için etkene yönelik tedavi verilmesi esastır. Çalışmamızda spondilodiskit hastalarının klinik yansımaları, tanı yöntemleri, tedavi seçenekleri incelenerek hastaların morbiditesinin azalması için erken tanı alabilmesi ve etkin tedavi seçeneklerinin belirlenmesi amaçlandı. Çalışmamızda 1 Ocak 2000 ile 31 Aralık 2020 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği ve Polikliniği'nde takip edilen 18 yaş ve üstündeki enfeksiyöz spondilodiskit tanılı hastalar retrospektif değerlendirildi. Çalışmamıza 336 hasta dahil edildi. Hastaların 55 (%16,4)'i tüberküloz spondilodiskit, 86 (%25,6)'sı brusellar spondilodiskit, 195 (%58)'i piyojenik spondilodiskit tanılıydı. Piyojenik spondilodiskit hastalarının 107 (n=195, %54,9)'si toplum kökenli, 88 (n=195, %45,1)'i postoperatif gelişen spondilodiskitti. Tüm gruplar arasında en sık şikayet bel ağrısıydı (%77). En sık etkilenen vertebra tüberküloz spondilodiskitinde torakal vertebra (%45,5), brusellar spondilodiskitte lomber vertebra (%51,1), piyojenik spondilodiskitte lomber vertebra (%53,8) idi. Tüberküloz spondilodiskiti tanısı için 55 hastanın 53 (%96,3)'üne girişimsel işlem yapıldığı, hastaların 32 (%58)'sinde histopatolojinin tanıyı desteklediği ve 19 (%34,5)'unda kültürde üreme olduğu saptandı. Brusellar spondilodiskit tanısında brusella aglütinasyon testi ile 82 (%93), kültürde üreme ile 12 (%13,9) hastaya tanı konulduğu görüldü. Piyojenik spondilodiskit tanısında 195 hastanın 94 (%48,2)'üne girişimsel işlem yapıldığı, histopatoloji ile 83 (%42,5), kültürde üreme ile 72 (%36,9), hastaya tanı konulduğu saptandı. Tedavi ortanca süresi tüberküloz spondilodiskitinde 450 gün (240-1440 gün), brusellar spondilodiskitte 210 gün (36-720 gün) ve piyojenik spondilodiskitte 150 gün (15-960 gün) olarak saptandı. Cerrahi tedavinin tüberküloz spondilodiskitinde 35 (%63,6), brusellar spondilodiskitte 3 (%3,5) ve piyojenik spondilodiskitte 72 (%36,9) hastaya yapıldığı saptandı. Tedavi sonrası tüm hastaların 204 (%60,7)'ünde sekelsiz iyileşme görüldü. Spondilodiskit tanısı, şüphe duyulan hastalarda modern tıp yöntemlerinin birlikte kullanılmasını gerektirir. Uygun ve yeterli süre tedavi için etkenin saptanması önemlidir.Item 2000-2020 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde izlenen mukormikoz olgularının retrospektif irdelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022) Belik, Hazel Öztürk; Heper, Yasemin; Tıp Fakültesi; Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim DalıMukormikoz son yıllarda artış gösteren, Mucorales takımı mantarların neden olduğu anjioinvazif bir enfeksiyondur. İnvazif mikozlar arasında Kandidiyaz ve Aspergilloz’dan sonra 3. sırada gelmektedir, mortalitesi yüksektir. Anatomik lokalizasyona göre farklı klinik formları mevcuttur. Paranazal sinüs, akciğer, deri, böbrek, gastrointestinal sistemden kaynaklanabilir, dissemine olarak tüm organlara yayılabilir. Yıllar içinde immünsüpresif olgu artışına bağlı olarak mukormikoz olgu sayısında artış görülmüştür. Gelişmekte olan ülkelerde en sık görülen predispozan faktör hala kontrolsüz diyabetes mellitus (DM) iken, gelişmiş ülkelerde en sık immünsüpresif durumlar karşımıza çıkmaktadır. Altta yatan hastalıklar ve klinik bulgular birlikte değerlendirilerek mukormikozdan şüphelenildiğinde en kısa zamanda uygun örnekleme ve radyolojik bulgular ile tanı desteklenmelidir. Tedavide geniş debridman yapılması, lipozomal amfoterisin B (L-AmB) 5 – 10 mg/kg/gün başlanması, periyodik değerlendirmeler ile tekrarlayan cerrahi ve antifungal modifikasyonu gerekliliği açısından değerlendirilmesi önerilmektedir. Mortalite oranları altta yatan hastalık ve klinik forma göre değişmekle beraber %40 – %80 arasında bildirilmiştir. Bu çalışmada merkezimizdeki lokal epidemiyolojik veriler, predispozan faktörler, tanı ve tedavi seçenekleri, sağkalımın incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada 2000 – 2020 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde Mukormikoz tanısı ile takip edilen 86 erişkin hasta retrospektif olarak incelendi. Olguların 39’u (%45,35) erkek, 47’si (%54,65) kadındı. Yaşları 20 – 86 aralığında, ortalama yaş 51 ± 15 idi. En sık 77 (%89,53) olgu ile sinüs tutulumu görüldü. 38’i (%44,19) sinonazal, 5’i (%5,81) sinoorbital, 9’u (%10,47) rinoserebral, 25’i (%29,07) rinoorbitoserebral mukormikozdu. Geriye kalan 9 (%10,47) olgu pulmoner mukormikozdu. Olguların tümünde en az bir adet predispozan faktör mevcuttu, 51 (%55,30) olguda hematolojik hastalık, 33 (%38,37) olguda DM, 7 (%8,14) olguda vii solid organ transplantasyonu (SOT), 7 (%8,14) olguda solid organ malignitesi olduğu görüldü. En sık saptanan semptomlar ateş (%70,93), göz çevresinde ve yüzde şişlik (%51,16), ağrı (%40,7), kızarıklık (%34,88), burun akıntısı (%30,23) ve baş ağrısı (%25,58) idi. Fizik muayenede en sık ağız ve sinüslerde nekrotik lezyonlar (%87,21), oftalmopleji (%29,07), pitozis (%26,74), görme kaybı (%25,58) ve proptozis (%22,09) saptandı. Olguların hepsinde başlangıç tedavisinde amfoterisin B formları (amfoterisin B deoksikolat (AmB-D), amfoterisin b lipid kompleks (ABLC), L-AmB) tercih edilmişti. L-AmB ile kombinasyon yapılan 14 olgudan 13’üne posakonazol (POS), 1’ine itrakonazol (ITC) eklendiği; idame tedavisi alan 14 olguda POS kullanıldığı görüldü. Amfoterisin B tedavi süresi ortalama 59,27 ± 58,41 (1 – 318) gün, toplam antifungal tedavi süresi ortalama 88,99 ± 126,98 (1 – 632) gün saptandı. Tüm amfoterisin B formlarında en sık istenmeyen etki olarak hipokalemi görüldü (L-AmB %68,75, AmB-D %54,84, ABLC %50). POS alan hastalarda en sık görülen istenmeyen etki %12,5 oranında üre – kreatinin yüksekliği idi. Olguların %74,42’sinde en az bir kez cerrahi girişim uygulandığı görüldü. Mortalite oranı %61,63 saptandı. DM varlığı, kavernöz sinüs tutulumu ve yoğun bakım ihtiyacı kötü prognoz ile ilişkili bulundu (sırasıyla p=0,016, p=0,039, p=0,001). Antifungal tedavi ile cerrahi tedavinin kombine edilmesinin -sadece antifungal tedavi kullananlara kıyasla- sağkalımı artırdığı gösterildi (p=0,045).Item 2005-2010 yılları arası biyolojik ajan başlanan spondiloartritli hastaların 10 yıllık uzun dönem verilerinin retrospektif olarak incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Mertoğlu, Halime İzmirli; Dalkılıç, Hüseyin Ediz; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıAmaç: Yakın tarihli geçmişe sahip olan Anti-TNF ilaçların spondiloartrit (SpA) hastalarında tedavide kalım ve yan etki profilini uzun dönem takip ile değerlendirmeyi hedefledik. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 2005-2010 tarihleri arasında anti-TNF tedavi başlanmış olan ve takiplerine 10 yılı aşkın süredir Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Bölümü’nde devam edilen SpA’lı hastalar alınmıştır. Bulgular: Çalışmaya %55,7’si erkek, %44,3’ü kadın toplam 70 hasta dahil edilmiştir. Hastaların yaş ortanca değeri 49 yıl, biyolojik ajan başlama yaşı ortanca değeri 34 yıl, en sık tanı alt tipi ankilozan spondilittir (%87,2). 70 hastadan %35,7’si tedavisine ilk biyolojik ajan ile devam etmiş ve 2 hasta hariç (7 yıl ve 8 yıl ) diğerleri 10 yıl ve üzerinde kullanmıştır. Hastaların %57,1’i en az iki anti-TNF ajan kullanmış ve %48,6’sı tedavisine aynı grup içinde değişim yaparak devam etmiştir. İlk biyolojik ilaç olarak etanercept, infliksimab ve adalimumab kullanılmıştır. İlk biyolojik tedavide erkek cinsiyette (p=0,022, p=0,046), aksiyel tanısı alanlarda (p=0,021) ve sigara maruziyeti olanlarda (p=0,013) tedavide kalım süreleri daha fazla bulunmuştur. İlk biyolojik tedavi ile ikinci biyolojik tedavide değişme nedenleri (p=0,292) ve tedavide kalım süreleri bakımında farklılık bulunmamıştır (p=0,73). Sonuç: Yaklaşık 20 yıllık bir geçmişe sahip olan anti-TNF tedavilerin etkinliği ve güvenliği ile ilgili olarak çalışmamız literatürden farklı olarak 10 yıldan daha uzun takip süresi, daha uzun biyolojik tedavide kalım süresi ve klinik uygulama ortamı nedeniyle yararlı bilgiler sağlayabilir.Item 2005-2022 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde izlenen sifiliz olgularının retrospektif irdelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Sertkaya, Hatice; Kazak, Esra; Tıp Fakültesi; Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim DalıBu çalışmada; merkezimizde takip edilen sifiliz olgularının epidemiyolojik özellikleri, tedavi yanıtı ve seroreversiyonu etkileyen faktörler incelendi. HIV ile enfekte, nörosifilizli ve oküler sifilizli olgular ayrıca irdelendi. 2005–2022 yılları arasında sifiliz tanısı ile takip edilen 503 hasta retrospektif olarak incelendi. Olguların 371’i(%74) erkek, 132’si(%26) kadındı, ortalama yaş 40,16 ± 10,6 idi. Kadın hastaların 25(%18,9)’i gebeydi. Yıllar içinde sifiliz insidansının ve erken sifiliz oranlarının arttığı görülmüş olup, hastaların 21(%4,2)’i primer, 91(%18)’i sekonder, 18(%3,6)’i tersiyer, 10(%2)’u erken latent, 363(%72,2)’ü geç latent evredeydi. 23(%4,5) hastada SSS, 15(%3) hastada göz, 2(%0,4) hastada otik, 2(%0,4) hastada gumma, 2(%0,4) hastada kardiyak tutulum vardı. Nörosifilizli 20(%87) hastada BOS incelemesi yapılmıştı; VDRL 7(%37), Sifiliz İHA 15(%84) pozitifti. Oküler sifilizli 6(%40) hastada üveit, 9(%60) hastada retinit görüldü. 9(%60) hastaya BOS incelemesi yapılmıştı; 6(%66,6) hastada nörosifiliz de eşlik ediyordu. 134(%26) hastada HIV koenfeksiyonu vardı. Yıllar içinde HIV koenfeksiyon oranlarının arttığı görüldü. HIV ile enfekte olan grupta erkek hasta ve ESE/biseksüel oranı daha yüksek olup (p<0,001), sekonder evre ve lenfadenopati daha sık görüldü (sırasıyla p=0,003, p=0,043), medyan RPR titreleri daha yüksekti (p<0,001). Hastaların %73,6’sında tedavi yanıtı, %36’sında seroversiyon görüldü. HIV koenfeksiyonu, erken evrede olunması, RPR titresinin >1:32 olmasının tedavi yanıtını olumlu etkilediği (sırasıyla p=0,013, p<0,001 p<0,001), daha önce sifiliz tedavi öyküsünün olmasının ise olumsuz etkilediği (p=0,004) saptandı. Başlangıç RPR titresinin <1:8 olmasının seroreversiyonu artırdığı (p=0,009) saptandı. Sifiliz insidansının arttığı günümüzde erken tanı ve önleme için toplumun bilinçlendirilmesinin, riskli grupların ve gebelerin taranmasının önemi artmaktadır. Tedavi başarısını etkileyen faktörlerin net olarak bilinmesi hastaların yönetimini kolaylaştıracaktır.Item 2010-2015 yılları arasında izlenen akut lenfoblastik lösemi tanılı hastaların klinik analizi(Uludağ Üniversitesi, 2016) Coşkun, Fatih; Özkalemkaş, Fahir; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıAkut lenfoblastik lösemi (ALL) hasta grupları arasında farklı seyreden biyolojik ve klinik olarak heterojen hastalıklar grubudur. Erişkin ALL hastalarında son tedavi rejimleri ile tam remisyon oranları %70-90 iken; uzun süreli sağkalım oranı %25-50 olarak bulunmuştur. Minimal toksisite ile yüksek kür oranlarının sağlanabilmesi için hasta gruplarına uygun tedavinin belirlenmesinde prognostik faktörlerin tanımlanması önemlidir. Klinik parametreler, immunfenotip, sitogenetik, tedavi yanıtı ve minimal rezidüel hastalık günümüzde akut lenfoblastik lösemi hastalarında risk sınıflamasında kullanılan temel göstergelerdir. Bu biyolojik ve klinik özellikleri hedef alan risk uyumlu tedavi stratejileri uzun süreli sağ kalım sonuçlarını olumlu yönde etkilemektedir. Çalışmamıza Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı'nda takip edilen hiper CVAD (siklofosfamid, vinkristin, adriamisin, deksametazon) kemoterapi rejimi içeren tedavi protokolleri uygulanan akut lenfoblastik lösemi tanılı hastalar dahil edildi. Bu hastaların retrospektif olarak demografik verilerini, klinik ve prognostik faktör özelliklerini ortaya koymak; verilen farklı tedavi seçeneklerine yanıtı değerlendirmek; değişen tedavi seçimleri ile oluşan yan etkileri ortaya koymak ve genel sağkalım oranlarını değerlendirmek amaçlandı. Hastaların tanı ve tedavi esnasındaki özelliklerine merkezimizde kullanılan bilgisayar otomasyon sistemi taranarak ulaşılmıştır. Çalışmada değerlendirmeye alınan 44 hastanın yaş ortalaması 34 olup; %72,2'si erkek, %27,7'si kadın idi. Hastaların %61'inin B hücre immunfenotipinde olduğu görüldü. 44 hastanın 6'sında (%13,6) Ph(+)'liği saptandı; yüksek riskli hasta grubu oranı %81,8 olarak bulundu. Komplet remisyon oranı %72,7; toplam sağ kalım oranı %43,1 olarak saptandı. Çalışmamızda hiper CVAD kombine tedavi rejimine L-asparaginaz eklenen hasta gruplarında tedaviye bağlı sepsis ve tedaviye bağlı ölüm oranlarının arttığı saptanmış; komplet remisyon oranlarının düştüğü; total sağ kalım süresinin ise azaldığı görülmüştür. Sonuç olarak; çalışmamızda saptanan sonuçların, diğer çalışmalarla benzer olduğu görülmüş; lakin total sağ kalım oranı %27'lere kadar düşen erişkin ALL hastaları için mevcut tedavi seçeneklerinin yeterli olmadığı ve yeni tedavi protokollerinin gerekli olduğu kanatine varılmıştır.Item 2010-2015 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalında takip edilen, serebrovasküler hastalık geçiren çocukların klinik, radyolojik ve laboratuvar bulguları(Uludağ Üniversitesi, 2016) Ünlügedik, Özlem; Okan, Mehmet Sait; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim DalıBu çalışmada U.Ü. Tıp Fakültesi'nde Ocak 2010-Aralık 2015 tarihleri arasındaki 6 yıllık süreçte iskemik inme, hemorajik inme ve sinovenöz tromboz tanıları ile Çocuk Nöroloji polikliniklerinde ayaktan takip edilen veya serviste yatırılarak tedavi edilen 62 olgu; inme alt tipi, yaş, cinsiyet, başvuru yakınmaları, protrombotik faktörler, altta yatan hastalık, ekokardiyografi ve elektroensefalografide patolojik bulgu, görüntülemede tercih edilen yöntemler, nörolojik kayıp ve laboratuvar bulguları incelenmiştir. Çocuklarda inme nadir görülür fakat çocukluk çağı ölümleri arasında ilk 10 neden içerisinde yer alır ve yaşayanlarda morbidite yüksektir. Çalışmamızda inme alt tipi sinovenöz tromboz olan olguların yaşları, inme alt tipi arteriyel iskemik olan olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (p=0,049; p<0,05). Arteriyel iskemik inme grubu olgularda ilk başvuru şikayetinin hemipleji olması oranı, sinovenöz tromboz grubu olgulara göre anlamlı düzeyde yüksekti (p=0,013; p<0,05). Olguların %62,9'unda (n=39) ek hastalık olduğu gözlendi. Arteriel İskemik İnme grubu olguların %56,4'ünde (n=22) ek hastalık görülürken, SinovenözTromboz İnme grubu olguların %72,7'sinde (n=16) ve Hemorajik İnme grubu olguların %100'ünde (n=1) ek hastalık görülmekteydi. En sık nedenler; %19,3 (n=12) sıklıkta saptanan edinilmiş veya konjenital kalp hastalığı idi. İnme alt tiplerine göre olgularda Lipoprotein A sonuçlarının dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştı (p=0,037; p<0,05). Arteriyel iskemik inme grubu olgularda lipoprotein A sonucu normal olması oranı, sinovenöztromboz grubu olgulara göre anlamlı düzeyde yüksekti (p=0,037; p<0,05). Olguların %45,9'unun (n=28) antikoagülan almadığı gözlenirken, %6,6'sının (n=4) asetil salisilik asit, %34,4'ünün (n=21) clexan, %3,3'ünün (n=2) coumadin, %3,3'ünün (n=2) coumadin – clexan, %4,9'unun (n=3) heparin ve %1,6'sının (n=1) heparin – clexan – coumadin kullandığı gözlendi. Çalışma grubumuzda hiçbir hastada tedaviye bağlı ciddi kanama saptanmadı. İnme; çocuklarda erişkinlere oranla daha az sıklıkta görülmesine karşın kalıcı beyin hasarına bağlı epilepsi, hemipleji, işitme ve konuşma bozukluklarına yol açabilmesi nedeniyle tanısı ve tedavisi önemlidir.Item 2010-2017 tarihleri arasında otoimmün hepatit tanılı erişkin hastaların retrospektif olarak epidemiyolojik değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2018) Ertem, Aytül Coşar; Gülten, Macit; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıOtoimmün hepatit (OİH), etiyolojisi bilinmeyen immün sistem aracılı karaciğer hastalığıdır. Dolaşımda otoantikorların varlığı ve yüksek serum globulin konsantrasyonlarının olduğu immünolojik özelliklerle karakterizedir. Çok ırklı toplumlarda OİH epidemiyolojisi ve klinik seyri hakkında az sayıda rapor bulunmaktadır. Retrospektif olarak gerçekleştirdiğimiz bu çalışmanın amacı 01.01.2010-30.06.2017 tarihleri arasında merkezimizde takip ettiğimiz 202 OİH'li hastanın demografik, etyolojik, klinik, laboratuvar ve radyolojik özelliklerini, histolojik bulgularını, tedavi sonrası hastalık prognozunu, hastalık komplikasyonlarını araştırmaktır. Ayrıca, tedavi kesilme süresi, tedavi kesildikten sonra nüks gelişimini ve uygulanan tedavi ile remisyon elde edilenlerin bulgularının literatür çalışmaları ile karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmamızda hastalar; yaş, cinsiyet, serum immünglobülin G, serum protein elektroforezi, lipid profili, karaciğer ultrasonografisi, tedavi öncesi ve tedavi sonrası karaciğer fonksiyon testleri, eşlik eden varyant sendrom varlığı ve karaciğer biyopsilerinin detaylı analizi (lenfosit infiltrasyonu, interface hepatit, rozet formasyonu, eşlik eden kronik hepatit, siroz ve nonalkolik steatohepatit varlığı), hastalığı provoke eden ilaç kullanım öyküsü, karaciğere spesifik otoantikorların mevcudiyeti ve titreleri, tedavi ajanları (prednizolon, azatiopürin, ursodeoksikolik asit), tedavi süresi ve remisyon süresi, nüks varlığı, nüks ve takip süreleri açısından değerlendirildi. 202 hastanın tümüne, Uluslararası Otoimmün Hepatit Grubu kriterlerine göre teşhis kondu. Median tanı yaşı 46 ve hastaların çoğunluğu kadındı (%86). Tanı anı median karaciğer enzimleri; AST 100 İU/L, ALT 127 İU/L, GGT 146 İU/L, ALP 178 İU/L olarak bulundu. Hastaların otoantikorlarının dağılımı detaylı analiz edildi ve en yaygın otoantikor antinükleer antikor (ANA) bulundu (%86). Karaciğer biyopsi yapılma oranı (%80.1) ve biyopsi yapılanların detaylı biyopsi analizi sorgulandı; 145'inde (%71.8) lenfosit infiltrasyonu, 94'ünde (%46.5) arayüz hepatiti ve 19'unda rozet formasyonu (%9.4) bulundu. 31 hastada (%15.3) tanı öncesi hastalığı provoke ettiği düşünülen ilaç kullanım öyküsü mevcuttu. Çalışmamızda 76 hastada (%37.6), OİH'e eşlik eden başka bir otoimmün hastalık vardı ve 109 hastada (%53.9) biyopsi materyalinde tanımlanmış olan varyant sendrom saptandı. 186 hastada (%92.1) tedavi ile remisyona ulaşıldı. Remisyona girme median süresi 4 ay bulundu. Tedaviye rağmen remisyona ulaşılamayan 16 hastada (%7.9) teşhis anında siroz saptandı. 64 hastada (%34.4) hastalık nüks etti. Nüks süresinin medianı hastalık başlangıcından itibaren 48 ay olarak bulundu. Median takip süresi 60 ay olarak hesaplandı. Çalışmamızın epidemiyolojik sonuçları daha önce yayınlanan çalışmalarla karşılaştırıldı ve literatür verileri ile benzer veriler olduğu görüldü.Item 2011-2021 arasında ülseratif kolit tanısı konulan hastalarda tanı anındaki tutulum yeri, premalign lezyonlar ve mayo skorunun retrospektif olarak değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022) Çağatay, Cüneyt; Gülten, Macit; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıÜlseratif kolit kolonda kesintisiz mukoza tutulumu yapan, aktivasyon ve remisyonlarla seyreden kronik inflamatuar bir bağırsak hastalığıdır. Hastalarda en sık görülen şikayetler karın ağrısı, ishal ve rektal kanamadır. Gastrointestinal semptomların yanında tüm vücudu tutabilen çeşitli ekstraintestinal bulgular sıklıkla görülebilir. Hastalığın şiddeti ve süresi ile kolorektal kanser insidansında artış görülmektedir. Takip ve tedavide hem medikal hem cerrahinin yeri vardır. Çalışmamızın amacı hastaların epidemiyolojik olarak incelenmesi, premalign lezyonlarının ve kolorektal kanser insidansının tespit edilmesi ve bu veriler arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır. Ayrıca klinik araştırmalarda kullanılmak üzere, hastanın genel durumu ve prognozunu değerlendirmek için geliştirilen Mayo skorlama sisteminin kullanılarak hastaların Mayo skorunun hesaplanması ve bu ölçeğin diğer veriler ile ilişkisinin değerlendirilmesidir. Çalışmamızda 1 Ocak 2011 ile 31 aralık 2021 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji bölümüne başvuran ve ülseratif kolit tanısı konulan 535 kişinin verileri toplandı. Ancak veri yetersizliği nedeniyle 375 hasta çalışmaya dahil edilemedi. Çalışmanın kriterlerine uyan ve yeterli verisi bulunan 160 hasta cinsiyet, tanı yaşı, ekstraintestinal bulgular, polip ve poliplerin patolojik alt tipleri, kolektomi, mayo skoru ve kolorektal karsinom gelişimi açısından retrospektif olarak incelendi. Çalışmamızda 3 farklı kıtadan yapılan yayınlar ile verilerimizi kıyasladık. Epidemiyolojik olarak erkek hasta oranı daha fazla olmasına rağmen hastaların medyan tanı yaşı avrupa verileri ile korele bulundu. Yaptığımız analizlerde ekstra intestinal bulgu insidansının diğer ülkeler ile benzer olduğunu tespit ettik. Çalışmamızdaki hastaların mayo skoru diğer çalışmalara göre daha yüksek tespit edilirken, kolorektal kanser ve kolektomi oranlarının mayo skorundaki artış ile arasındaki anlamlı ilişki literatür ile uyumlu bulundu.Item 2011-2021 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi acil servisine fasiyal kemiklerde fraktür sebebi ile başvuran hastaların retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023) Bostancı, Nihal Akçalı; Armağan, Erol; Tıp Fakültesi; Acil Tıp Ana Bilim DalıAmaç: Bu çalışmada fasiyal yaralanma nedeniyle Acil Servise (AS) başvuran olguların klinik özellikleri ve klinik sonlanımları ile ilişkili parametrelerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Metod: Kesitsel tipte olan bu çalışmada 2011-2021 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi AS’ne fasiyal yaralanma sebebi ile başvuran ve plastik rekonstrüktif ve estetik cerrahi anabilim dalına fasiyal kemiklerde fraktür sebebi ile konsülte edilen hastaların klinik özellikleri hastane kayıtlarından retrospektif olarak taranmıştır. Bulgular: Olguların %80,5’i erkekti, en sık travma nedenleri %26,1 darp, %25,7 düşme ve %14,0 araç içi trafik kazasıydı. En sık başvuru yaz aylarında yapılmıştı (%34,5). En sık yaralanan fasiyal kemikler %43,6 nazal kemik, %32,4 maksilla ve %31,8 orbitaydı. Olguların %72,6’sı taburcu edilirken, %14,3’ü kliniğe, %4,8’i YBÜ’ye yatırıldı, %3,7’si sevk edildi ve %0,3’ü eksitus oldu. Kadınlarda ateşli silah yaralanması, yüksekten düşme ve trafik kazaları kaynaklı travmalara maruz kalan olgular arasında YBÜ’ye yatış/eksitus sıklığı anlamlı düzeyde daha fazlaydı (p<0,05). Yaralanma saptanan fasiyal kemiğe göre YBÜ’ye yatış/ eksitus durumu sıklık sırasına göre şu şekildeydi: frontal (%19,0), orbita (%9,0), maksilla (%8,3), zigoma (%8,1), mandibula (%8,0) ve nazal (%3,6) kemik. Herhangi tipte fasiyal kemik fraktürü saptanması YBÜ’ye yatış/ eksitus ile ilişkili bulundu (p<0,05). Sonuç: Fasiyal yaralanmalı olgular daha çok erkeklerden oluşmakta, yaz aylarında, darp ya da düşme kaynaklı nazal fraktürle AS’e başvuru yapmaktadır. Kadınlar, daha yüksek enerjili travmaya maruz kalanlar ve fasiyal kemik fraktürü saptananlar arasında klinik sonlanım daha olumsuz olmaktadır. Bu özelliklere sahip olguların daha sıkı takip edilmesi ve erken dönemde uygun tedavinin sağlanması sağkalım ve sekel sıklığını azaltacak müdahaleler arasında değerlendirilebilir.Item 2012 – 2017 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalına başvuran üst gastrointestinal sistem kanamalı hastaların retrospektif değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2018) Sağıroğlu, Muhammed Fatih; Gülten, Macit; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıÜst gastrointestinal sistem (GİS) kanaması mortalite ve morbidite oranı oldukça yüksek olan acil bir durumdur. Bu çalışmada hastanemize üst GİS kanama nedeni ile başvuran hastaların demografik özellikleri, başvuru şikâyetleri, hemodinamik bulguları, komorbid hastalıklar, ilaç kullanım öyküleri, endoskopik bulgular, uygulanan tedavi yöntemleri ile ilgili güncel veri elde etmek, literatürle karşılaştırmak, hastaların mortalite ve morbiditelerini etkileyen faktörleri araştırmak amaçlanmıştır. Bu çalışma Ocak 2012-Aralık 2017 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümüne başvuran endoskopi yapılan ve üst GİS kanama tanısı konulan 300 hasta üzerinde retrospektif olarak yapıldı. Hastaların dosyaları hastane arşivinden tarandı. Hastaların yaş ortalaması 61,80(±17,18) olup, erkek olguların yaş aralığı 19 ile 88 arasında ve ortalama yaş 59,11 (±16,43), Kadın olgularda ise yaş aralığı 22 ile 95 arasında değişmekte ve ortalama yaş 65,82 (±17,69) idi. Hastaların %63'ü erkek %37'si kadındı. Hastaların en sık başvuru nedeni %37 ile melena olarak saptandı. Başvuru anında hastaların %6,3'ünde şok tablosu mevcuttu. Hastaların %84,3'üne eşlik eden komorbid bir hastalık vardı ve bunlar içinde en sık rastlanan hastalık %42,7 oranı ile hipertansiyon bulundu. Hastaların %51,3'ü kanamaya yatkınlık yaratan bir ve daha fazla ilaç kullanmaktaydı, bu ilaçlardan NSAİİ (nonsteroid antiinflamatuar ilaçlar) ve ASA (asetil salisilik asit) kullanımı açık ara daha fazlaydı. Hastaların %43,4'ünde peptik ülser (%24,7'sinde duodenal ülser; %18,7'sinde mide ülseri), %28'inde gastroözefagial varis, %7,7'sinde özofajit/özofagus ülseri, %9'unda gastrit (eritematöz/eroziv), %5,7'sinde malign ülser saptandı. Duodenal ülser en sık erkeklerde saptandı. Sonuç olarak çalışmamızda üst GİS kanamalarında en önemli risk faktörleri ileri yaş, cinsiyet, şok tablosu, komorbid hastalık varlığı, NSAİİ/ ASA kullanım öyküsüdür.Item 2017- 2022 yılları arasında ERCP yapılan hastalarda gelişen komplikasyonların retrospektif incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023) Altınkaynak, Ece; Gülten, Macit; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıEndoskopik retrograd kolanjiopankreatografi (ERCP); safra yolları ve pankreas hastalıklarının tanı ve tedavisinde kullanılan invaziv bir yöntemdir. ERCP’nin en sık görülen komplikasyonları; pankreatit, kanama, kolanjit, kolesistit ve perforasyondur. Çalışmamızda 01.12.2017-01.12.2022 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi iç hastalıkları anabilim dalı gastroenteroloji bölümünde ERCP yapılan ve komplikasyon gelişen hastaların demografik özelliklerinin, ERCP bulgularının, ERCP esnasında gerçekleştirilen müdahalelerin, işleme bağlı komplikasyonların, ERCP esnasında gerçekleştirilen müdahaleler ile komplikasyonlar arasındaki ilişkilerin ve tedavi sonrası klinik durumlarının retrospektif olarak incelenmesi ve değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya alınan hastaların bilgilerine hastanemiz bilgi sistemi dijital ortamından retrospektif olarak ulaşılmıştır.5 yıllık süreçte 1934 ERCP işlemi yapılmıştır. 150 hastada işlem sonrası karın ağrısı şikayeti gelişmiştir. 102(%5,2) hastada komplikasyon tespit edilmiştir. Hastaların 58’inde (%2,9) pankreatit, 29’unda (%1,4) kolanjit,7’sinde (%0,36) kanama, 8’inde (%0,41) perforasyon, 6’sında (%0,31) kolesistit, 4’ünde (%0,2) apse gelişmiştir. ERCP yapılan hastaların 5’i (%0,25) exitus olmuştur. Hastaların 2’sipankreatit, 2‘si kolanjit, 1‘i pankreatit ve apse nedeniyle exitus olmuştur. Komplikasyon gelişen hastaların 70’i kadın, 32’si erkektir. Yaş ortalamaları 56,9±15,7’dir. Kanama gelişmesi ile yaş arasında istatistik olarak anlamlı bir ilişki gözlenmiştir (p=0,045). Kanama gelişen hastaların çoğunluğunun ≥65 yaş olduğu görülmüştür. Pankreatik kanala guide wire kaçışı ile komplikasyonlar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p=0,032). Pankreatik kanala guide wire kaçışı olan hastaların 22’sinde (%81,5) pankreatit geliştiği tespit edilmiştir. Hastalarımızın komorbitelerinin, kullandığı ilaçların ve metabolik risk faktörlerinin araştırılmaması ve çalışmamızın retrospektif olması çalışmamız için kısıtlılık oluşturmaktadır. Hasta risk faktörleri incelenerek, prospektif bir çalışma yapılmasının daha güvenilir sonuçlar elde edilmesine katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.