2017 Sayı 29
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/13210
Browse
Browsing by Rights "info:eu-repo/semantics/openAccess"
Now showing 1 - 15 of 15
- Results Per Page
- Sort Options
Item Anne ve felsefe: Bastırılmış dişilin felsefe tarihindeki içkin rolü üzerine(Uludağ Üniversitesi, 2017-07-28) Hafız, MuharremFelsefi metinlerde dişilin izlerini süren Fransız feminist düşünür Luce Irigaray, unutulmuş ve bastırılmış öteki öğe olarak annenin, Batı medeniyetinin kurumsal olarak düzenlenen tüm pratiklerde bir ön koşul olduğunu iddia eder. Çalışmalarında Platon’a ve onun kavramlarına gönderme yapan Irigaray, sistemin dışına atılmış olan dişilin, eril ve söz merkezli Batı metafiziğin yapısı içerisinde başından beri mevcut olduğu gerçeğini ifşa etmeye çalışır. Bu makalede Irigaray’ın Platon’un Devlet diyaloğundaki mağara benzetmesi, Şölen’deki Diotima (kadın) figürü ve Timaios’taki “khora” kavramına ilişkin yaptığı analizler üzerinden, dişil ve felsefe arasındaki ilişki ile dişilin felsefe tarihindeki bastırılmış/unutulmuş içkin rolü ele alınacaktır.Item Behaviorism: Dead or alive?(Uludağ Üniversitesi, 2017-09-29) Gökel, NazımBehaviorism, both as a psychological research program and a philosophical doctrine, was once a very popular and promising theory, the extension of which had a great impact on various fields such as socio-political theory and education. Both behaviorist movements actually shared something in common, which is to bring the downfall of the Cartesian metaphysics, in which the mental is understood as something essentially private and subjective. In this work, first I will briefly go over the general circumstances before the rise of behaviorism and the challenge of behaviorism to the Cartesian metaphysics. Later on, I will provide some of the technical details of philosophical behaviorism. In the last section, I will summarize some of the famous criticisms of behaviorism. I will argue for the claim that despite what Putnam and others thought, behaviorism does not seem to be a weak theory at all. On the contrary, I think that Putnam’s criticisms could only show how badly behaviorism is misunderstood and caricaturized. Finally, I will talk about possible theoretical responses to Putnam’s criticisms, responses that could easily be launched from a Rylean or Wittgensteinian perspective.Item Craig ve Sinclair'in kelam argümanının mantıksal bir eleştirisi(Uludağ Üniversitesi, 2017-08-16) Ağırman, Ferhat; Sarı, Mehmet AliÜnlü kelam kozmolojik argümanı, evrenin bir ilk nedeni olması gerektiği sonucunu, var olmaya başlayan her şeyin bir nedeni olduğu ve evrenin de var olmaya başladığı öncülleri üzerinden tanıtlamaya çalışır. Craig ve Sinclair, “The Kalam Cosmological Argument” başlıklı çalışmalarında, her iki öncülü de desteklemeyi amaçlayan önemli argümanlar geliştirir. Craig ve Sinclair, söz konusu ilk nedenin tanrı olduğunu göstermek için, çok tartışmalı bir kavramsal analiz de önerirler. Bu makalede, kelam argümanının aslında geçersiz, önerdikleri kavramsal analizin ise açıkça temelsiz olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.Item Deleuze’ün artaud okumasında içkin yaşam arayışı(Uludağ Üniversitesi, 2017-06-02) Uzunlar, BahattinDeleuze için, aşkınlık, bir strateji olarak felsefe içerisine farklı dönemlerde ve bu dönemlerin karakterine uygun formlarda sokularak yaşam yargılama sürecine tabi tutulmuştur. Bu süreçte yaşamın içkin üretimine ket vurularak, onun asli öğesi olan fark ve çokluk özdeşliğe indirgenip olumsuzlanmıştır. Deleuze, yaşamı yargı ve onun formlarından kurtarıp oluş sürecindeki farkını ve çokluğunu olumlamak için eserlerinde filozofların yanında edebiyatçılara da sıklıkla yer verir. Biz de bu yönde çalışmamızda Deleuze’ün Artaud’dan etkilenerek aldığı “Organsız Beden” kavramına ve bu bağlamda eserlerinde ortaya koyduğu organizma eleştirisine odaklanacağız. Mevcut aşkın örgütlenmelerin üstesinden gelebilmenin, onların oluşturduğu organizmaları aşmanın, içkin ve özgür eylemlerimizle farklı yaşam olanaklarının mümkün olduğunu ifade edeceğiz. Artaud aracılığıyla edebiyatın yaşam için bu yeni olanakları yaratmadaki önemli rolüne dikkat çekeceğiz.Item Did Francis Bacon see Democritus as a mechanical philosopher?(Uludağ Üniversitesi, 2017-08-22) Çimen, ÜnsalRobert Kargon interpreted the pneumatism of the later works of Francis Bacon as vitalism; however, for him, the atomism of the early Bacon was mechanistic. Similarly, Graham Rees argued that pneumatism and atoms are incompatible; so, without making any distinction between the early and later Bacon, he thought that Bacon was never an atomist. Both Kargon’s and Rees’ claims rest on the false idea that atomism necessitates a mechanistic view of the world. In this paper, contrary to the generally accepted identification of mechanical philosophy with atomism, it will be argued that Francis Bacon saw Democritus, an atomist, as a vitalist philosopher.Item The difference as the individual beings in Duns Scotus’ metaphysics(Uludağ Üniversitesi, 2017-07-30) Kılıç, SinanIn this article, Duns Scotus’s metaphysics will be examined in terms of the universal concepts and the individual beings as difference or one. These problems will be discussed in the perspective of Duns Scotus’ metaphysics that is related to transcendentals and being. Duns Scotus is the philosopher of being of beings and the individual beings as the difference because he does not destroy the individual being under the essence of the universal concepts, which is the object of metaphysic. In terms of his metaphysic the universal concepts that are the essence of beings are connected to the individual beings. In order to be able to understand the problem of the individual beings and the universal concepts like species and genius, we need to know what his metaphysics is. Therefore, in this study, firstly the relationship of metaphysics and the universal concepts will be explained; secondly, what the individual being as difference is. As a result, I argue that Duns’ the idea of individual beings belongs to the difference that is the one.Item Fârâbî’de felsefe tarihi teorisi: Dil ve dinin tekâmülünde felsefenin tarihselliğinin ipuçları(Uludağ Üniversitesi, 2017-07-26) Pattabanoğlu, Fatma Zehraİslâm dünyasında felsefe tarihçiliği hakkında ilk dikkat çeken kişi Fârâbî’dir. Aslında onun felsefe tarihine dair kurgusu, tarih felsefeciliği olarak da görülebilir. Tarih felsefesi de tarihin düşünceye dayalı söylemleri olarak kabul edilebilir. Bu söylemin oluşmasında dil, felsefe ve din önemli etkenlerdir. Nitekim dil insanın düşünceye dair ilişkilerini sağlayan araç olmasının yanında, tarihsel bir varlıktır. Tarih nasıl insanla başlıyorsa dil, felsefe ve din de insanla başlar. Bu bağlamda aralarındaki öncelik ve sonralık sıralaması bir taraftan tarihsel bir bakış açısı olmakla birlikte, diğer taraftan varlıkla ilgili meseleleri içerdiği için metafizikseldir. Fârâbî’ye göre zaman bakımından önce dil, sonra felsefe, daha sonra da din vuku bulmuştur. Filozof Kitâbu’l-Hurûf adlı eserinde dil, felsefe ve din arasındaki bu ardışıklığı, zamansal bir felsefe tarihi kuramı oluşturarak ifade etmektedir. Tahsîlu’s-Saâda adlı eserinde ise felsefenin milletler arasında nasıl geliştiğini ve el değiştirdiğini gösteren mekânsal bir felsefe tarihi teorisi oluşturmaya çalışmaktadır. Böylece önce gelen sonra geleni anlamlı kılmakta, onun yerini sağlamlaştırmaktadır. Yani felsefenin evrimsel olarak gelişmesi ona tâbi olan dinin de hakikat ve mahiyetini bir anlamda biçimlendirmektedir. Burada dilin, felsefenin ve dinin ortaya çıkışı, tarihsel zorunluluğun neticesi olması bakımından bir toplumun medeni olabilmesinin şartlarını da taşımaktadır. Dolayısıyla çalışmamızda Fârâbî’nin felsefe tarihi düşüncesinin bu minvalde nasıl oluşturmaya çalıştığı ele alınacak, muhtelif kavramlar ve olgular çerçevesinde mesele tartışılacaktır.Item Hume’da ben idesinin bilgikuramsal temellerinin bir çözümlemesi(Uludağ Üniversitesi, 2017-06-28) Serin, Funda NeslioğluDavid Hume İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de ben idesinin bilgikuramsal temellerini araştırırken, bir yandan hiç kuşku duyulmaksızın kabul edilen ben’e ilişkin bilgimizin güvenilir temellere dayanmadığını göstermeye çalışıyor, diğer yandan da bu tür bir araştırmanın ancak bir bilim aracılığıyla yapılması gereğine dikkat çekiyordu. Ben idesi için görgül kanıt arayışı, oluşturmaya çalıştığı insan biliminin deneysel temelleri olması gerektiği gibi insan doğasına ilişkin araştırmalar için yeni bir uslamlamayı da imliyordu. Hume’un önerdiği uslamlama yöntemi, geleneksel felsefenin insan zihnine dair yaklaşımının artık savunulamaz olduğunun bir göstergesidir. Bu yazıda Hume’un ben idesi öğretisini oluştururken, zihinsel etkinlikleri doğal bir süreç içerisinde kalarak açıklama girişimi irdelenecek, ortaya koyduğu kavramsal ve ilkesel yeniliklerin günümüzde bilişsel bilimler olarak tanımlanan alanın doğuşunda etkili olduğu savunulacaktır. Bu amaçla, ben idesinin oluşumundaki bilgikuramsal temeller, kişi-özdeşliği öğretisine ve bu tür bir özdeşliği düşünmemizi olanaklı kılan belleğin rolüne dikkat çekerek çözümlenecektir.Item Intentionality and givenness in french phenomenology: M. Henry and M. Merleau Ponty(Uludağ Üniversitesi, 2017-09-18) Şan, EmreMy guiding research hypothesis is as follows: the significant progress made by the phenomenology of immanence (according to which no worldly hetero-givenness would be possible without subjectif self-givenness) and by the phenomenology of transcendence (which states that no subjectif self-givenness would be possible without worldly hetero-givenness) are not distinguished so much by the positing of new problems as by the reformulation of “the question of the ground of intentionality” that fueled the entire phenomenological tradition. It is striking that despite the different solutions they offer, these two approaches have the same critical orientation regarding phenomenology (they characterize intentionality by its failure to ensure its own foundation), and they have the task of testing phenomenology in a confrontation with its various outsides such as “Invisible”, “Totality”, “Affectivity” or “Le visage” which escape the Husserlian concept of experience determined by the consciousness and its correlative noetic-noematic structure. This pathos of thought which is proper to the French phenomenology wants to go further than what remains unquestioned in Husserl (presence determined in the solid figures of intuition and objectness), and in Heidegger (presence determined as phenomenon of being). This new phenomenological movement reorganize and revise the method of classic phenomenology and deal with a certain experience of “hyper-phenomenon” or “counter-phenomenon” which is an event of appearing that establishes itself by itself.Item Jean-Luc Nancy düşüncesinde demokrasi kavramı üzerine genel bir değerlendirme(Uludağ Üniversitesi, 2017-03-31) Türk, H. BahadırÇalışmaları siyaset felsefesinden sanata geniş bir alanı kapsayan Fransız filozof Jean-Luc Nancy çağımızın en önemli düşünürlerinden biridir. Düşünürün topluluk kavramına olan ilgisi kaçınılmaz bir biçimde demokrasi kavramının hakiki anlamına dair bir dizi temayı, tartışmayı ve soruyu doğurur. Bu nedenle demokrasi meselesinin, düşünürün siyasal teorisinde merkezi bir konum işgal ettiği iddia edilebilir. Bilindiği üzere, demokrasi kavramı bugün sadece siyaset bilimi alanında değil, siyaset felsefesi alanında da hala tartışılan bir kavram olmayı sürdürmektedir. Modern dünyada demokrasi kendini bir tür nihai politik ideale dönüştümeyi başarmıştır. Bununla birlikte kimi siyasal düşünürler bu idealin sınırlarına meydan okumak ve söz konusu idealin doğası üzerinde daha kapsamlı bir biçimde düşünmek eğilimindedir. Buradan hareketle söz konusu çalışmanın amacı; bu türden bir meydan okumanın temsilcilerinden biri olarak Jean-Luc Nancy’nin düşüncesinde demokrasi kavramının temel bazı niteliklerini incelemek ve Nancy’nin gözünden demokrasi kavramının ne anlama geldiği anlamaya çalışmaktır. Bunu yaparken, çalışmanın kalkış noktası Nancy’nin metinleri, “Demokrasinin Hakikati” ve “Sonlu ve Sonsuz Demokrasi” olacaktır.Item Mevlânâ ve Kierkegaard’da benliğin gelişimi(Uludağ Üniversitesi, 2017-08-15) Yaman, Yasemin Akışİlk bakışta, koyu bir Hıristiyanlık eğitimi almış Danimarkalı bir 19. Yüzyıl filozofu ile Anadolu Selçuklu döneminde yaşamış bir İslam mistiğinin düşünceleri arasında benzer yaklaşımlar olabileceğini düşünmek oldukça güçtür. Ancak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Søren Kierkegaard, insana ve onun sahip olduğu olanaklara bakış açılarıyla farklı çağlardan benzer düşünceleri dile getiriyor görünmektedirler. Bu makalenin amacı Mevlânâ ve Kierkegaard düşüncesindeki muhtemel benzerlikleri, benlik kavramı ve benliğin gelişim aşamaları bağlamında varoluşçu bir bakış açısıyla ele almaktır.Item Nörofelsefe neden halen uçta bir görüş olarak niteleniyor?(Uludağ Üniversitesi, 2017-08-01) Tümkaya, SerdalNörofelsefe felsefe dünyasında halen çok uçta bir görüş olarak değerlendirilmekte ve ezici bir çoğunluk tarafından ya ilkesel olarak ya da beyne ilişkin bazı olgular gerekçe gösterilerek sert şekilde reddedilmektedir. İlkesel olanlar genelde felsefi problemlerin ve çözümlerin doğasına ilişkin kategorik itirazlardır. İkinci tipte iddialarsa daha çok sinir sisteminin aşırı karmaşık yapısı, nörofelsefi hipotezin doğru çıkması ihtimalinin doğal bir sonucunun felsefenin tarihten silinmesi olduğu veya nörofelsefenin beynin ötesine geçmeye gerek görmeyerek insanın psikolojik, tarihsel ve sosyal varoluşunu bir kenara iterek insanı açıklama şansını elinden kaçırması şeklindedir. Bu sonuncu itiraz, nörofelsefenin zihnin veya davranışın doğasını anlayabilmek için “fizik veya beyin bilimden başka bir bilime ihtiyaç olmadığını savunduğu” şeklindeki iddialar olarak da kendini göstermektedir. Bu çalışmamda ben bu eleştirilerin ya Churchland çiftinin metinlerinin düpedüz yanlış okunması veya nörofelsefecinin gerekli koşullardan bahsettiği yerlerde eleştirmenlerin zoraki bir akıl yürütmeyle onun cümlesini yeterli koşulların ifadesi olarak görmeleridir. Bu eleştirilerin hatalı olduğunu gösterdikten sonra benim bakış açımdan nörofelsefenin en ciddi eksiğini tartışıyor ve o eksiği gidermek için kendi kültürel nörofelsefe önerimi sunuyorum.Item Paradox and protreptic in Plato’s Meno(Uludağ Üniversitesi, 2017-01-10) Bove, GeoffreyThe Meno contains a host of puzzles and problems, not the least of which is the status of the theory of recollection in the dialogue. This essay aims to present both the theory of recollection and what has been called “Meno’s Paradox” not as epistemological issues, but as issues of eristic and protreptic. I suggest that the true purpose of the Meno’s use of the theory of recollection is to be found in the implicit and explicit caveats that Socrates uses to frame the theory. These caveats, which indicate that we should not take the theory of recollection as demonstrated or proven, ultimately justify interpreting Socrates’ claims about the theory of recollection serving a protreptic rôle as definitive. This paper has three sections. Section I offers some preliminary remarks on the nature of philosophical protreptic as a literary genre of the fourth century in general and its employment in Plato. Section II distinguishes the geometry problem used to 'demonstrate' the theory of recollection is employed to solve from the problem of inquiry into virtue that Socrates and Meno are facing. I show that the two problem are disanalagous. I also discuss the character of Meno as susciptible to a certain kind of persuasion, and how Socrates converts Meno's questions about the possibility of philosophical enquiry into a sophistical paradox and offers the theory of recollection as a solution to it. Finally, Section III offers evidence that Plato provides us with a number of caveats and warnings about taking the theory of recollection in the Meno as serious epistemology, leading to the conclusion that Plato's primary purpose in employing it in the Meno is as a protreptic device meant to keep Meno on the path of philosophical inquiry.Item Romantik bilinçdışının postyapısalcılıktaki yansımaları(Uludağ Üniversitesi, 2017-07-26) Bektaş, Oya EsraBilinç ile bilinçdışının birbiri ile olan mücadelesi felsefenin başlangıcından bu yana aralıksız bir şekilde devam ederken bilinçdışının bu mücadelede varlığını daima koruduğu görülmektedir. Bilinçdışının bir temsili olan mitlerin en rasyonel sistemlerde dahi işin içinde olması bunun önemli göstergelerinden biridir. Mitler yoluyla gizil bir şekilde işlevselliğini sürdüren bilinçdışının bu gizillikten kurtularak açık bir biçimde bilinç karşısında üstünlük kazanışı ise romantikler ve daha sonrasında postyapısalcıların sahneye çıkışı ile birlikte başlar. Romantikler bilinçdışını bilince ekleyerek felsefe yaparken, postyapısalcılar bilinci tümüyle devre dışı bırakır ve bilinçdışını temele alan bir felsefe ortaya koymaya çalışırlar. Bu bağlamda bilinçdışını romantiklerden devralan ve onların mirasçısı sayılan postyapısalcıların romantik bilinçdışını radikalleştirerek günümüzde felsefe yapma biçimini daha önce hiç görülmedik bir şekilde dönüştürdüğü ileri sürülebilir.Item Spinoza felsefesinde varoluş-öz ayrımı(Uludağ Üniversitesi, 2017-08-31) Özkan, YakupTanrı-Doğa ilişkisi hakkında kavrayış oluşturma felsefenin en eski ve en temel problemlerinden biridir. Bu konuda oluşturulmuş en güçlü kavramlardan biri Tanrı tarafından var edilen şeylerdeki varoluş-öz ayrımıdır. Bu ayrım, bu makalede kavramın bölünebilen doğası bakımından ele alınmaktadır. Böylece varoluş, öz ve kavramın birbirleriyle olan ilişkisinin neliği sorgulanmaktadır. Tanrı kavramı Spinoza felsefesine göre bölünmeyi ya da ayrımı kabul etmez. Ama diğer varlıkların kavramları varoluş ve öz olarak temelde iki parçaya ayrılır. Spinoza’nın felsefesinde bu ayrım dolayısıyla kavramın doğası önemli ölçüde açıklık kazanır.